
Hayatta zaman zaman her şeyin üst üste geldiğini hissederiz. Böyle anlarda motivasyonumuz düşer, ilerlediğimizi sandığımız yollar bir anda sislenir, görünmez engeller sanki ardı ardına sıralanır. Belki planlar ertelenir, öz güvenimiz sarsılır… Bu dönemler çoğu zaman “kırılma anı” olarak değerlendirilir; sanki geriye gitmişiz, zayıflamışız ya da başarısız olmuşuz gibi hissettirir. Oysa bilimsel açıdan da bakıldığında, doğada, insan bedeninde ve zihinsel süreçlerde kırılma yalnızca bir zarar görme hali değildir. Birçok canlı sistem, hasar aldıktan sonra birçok yönden daha güçlü, daha dayanıklı ve daha uyumlu bir hal alır. Doğadan ve bedenimizden ilhamla kırıldığımız yerden nasıl büyür, zor zamanlardan nasıl güçlenerek çıkabiliriz? Sizin için anlattık!
Kırılma anı.
Kırılma anı, zihnin alıştığı düzenin bozulduğu, kontrol duygusunun sarsıldığı bir eşik olarak tanımlanabilir. Bir anda bildiğimiz yollar işlemez hale gelir, düşüncelerimiz hızlanır, duygular yoğunlaşır. Zihnimiz bir yandan olup bitene anlam vermeye çalışırken bir yandan da belirsizlikle baş etmeye uğraşır. Bu uğraş hali içinde beyin, nöroplastisite sayesinde karşılaştığı deneyimlere göre yeni bağlantılar kurar ve yeniden şekillenir. Yani yaşadığımız stres, hayal kırıklığı, belirsizlik ya da zorluk, beynimizde yeni sinir bağlantılarının oluşmasını ya da mevcut bağlantıların yeniden şekillenmesini sağlar.
Kırılma anında çoğu zaman kaygı, kontrol kaybı, çaresizlik ve belirsizlik duyguları artar. Zihnimiz bu duygularla başa çıkmaya çalışırken yalnızca “dayanmak” için değil, aynı zamanda yeni çözümler üretmek için de efor harcar. Başta her şey karmaşık, ağır ve içinden çıkılmaz gibi görünebilir. Ancak zamanla beyin, içinde bulunduğumuz yeni duruma uyum sağlayacak yollar geliştirmeye başlar. Düşünme biçimimiz değişir, önceliklerimiz yeniden şekillenir, kendimizle ve çevremizle kurduğumuz ilişki dönüşmeye başlar. Bu süreçte her şey “yıkıcı” görünse bile, zihinsel düzeyde derin bir yeniden yapılanma süreci başlar.
Psikolojide “travma sonrası büyüme” olarak adlandırılan kavram da tam olarak bu süreci temsil eder. Çoğu zaman zorlayıcı yaşam deneyimlerinden sonra hayata daha bilinçli ve daha güçlü bir yerden bakabiliriz. Böylece yaşadığımız kırılma anı, yalnızca zor bir deneyim olmaktan çıkar; bizi güçlendiren, belki gerçeklerle yüzleştiren ve yolumuzu yeniden çizdiren bir kazanıma dönüşür.
Doğadan gelen ilham.
Doğaya baktığımızda, kırılmanın ve kaybın yaşam döngüsünün doğal bir parçası olduğunu daha net görebiliriz. Örneğin bir ağacın dalı kırıldığında, ilk anda bu durum yalnızca bir zarar gibi algılanır. Oysa bitkilerin sahip olduğu onarım mekanizması sayesinde, bu kırılma çoğu zaman yeni bir büyümenin başlangıcı olur. Yani kayıp, aynı anda yeni bir oluşuma alan açar. Kuruyan yaprakların dökülmesi de benzer bir süreci temsil eder. Dışarıdan bakıldığında yaprak dökmek, eksilmek gibi görünse de aslında ağacın enerjisini yeni tomurcuklara yönlendirebilmek için gerekli bir süreçtir. Kopup gidenin yerini yavaş yavaş yeni olan almaya başlar; daha canlı, daha parlak, daha güçlü…
Bu döngüye yakından baktığımızda, kendi hayatlarımızdaki karşılığını da fark edebiliriz. Bazı alışkanlıkların, bazı hayallerin, bazı ilişkilerin ya da bazı kimliklerin çözülmesi ilk anda büyük bir kırılma ve kayıp hissi yaratabilir. Ancak zamanla bu kırılmanın, bizi daha “doğru bir yola” yönlendirdiğini fark edebiliriz. Doğa bize şunu hatırlatır: Kırılma her zaman bir son değil; çoğu zaman yön değiştiren bir yaşamın, başka bir biçimde devam etme çabasıdır.
Güçlenmenin biyolojik hikayesi.
Doğada gözlemlediğimiz bu dönüşüm döngüsü, aslında hücrelerimizde de aynı şekilde işler. Bedensel güçlenme, iyileşme ve dayanıklılık çoğu zaman zorlanma anlarından, hatta küçük hasarlardan sonra gelir. Yani büyüme, biyolojik olarak da çoğu zaman önce zorlanmayı gerektirir. Bunun en somut örneklerinden biri kas dokusudur. Egzersiz sırasında kas liflerinde mikro düzeyde küçük yırtıklar oluşur. Bu yırtıklar, ilk bakışta bir zarar gibi görünse de aslında kasların güçlenmesinin temel koşuludur. Beden bu hasarı bir tehdit olarak algılar ve onarım sürecini başlatır. Onarım tamamlandığında kas dokusu, eski haline göre daha güçlü, daha dayanıklı ve daha esnek bir yapıya kavuşur.
Bağışıklık sistemi de benzer bir mantıkla çalışır. Bir mikropla ilk kez karşılaştığımızda bedenimiz zorlanır, hatta belki hastalanır. Ancak bu temas sayesinde bağışıklık hücreleri o mikrobu tanır. Aynı mikropla ikinci kez karşılaştığımızda ise bedenimiz çok daha hızlı ve etkili bir savunma geliştirir. Kısacası bedensel büyüme ve dayanıklılık ancak sınırların hafifçe aşıldığı, sistemin kendini yeniden düzenlemek zorunda kaldığı anlarda gelişir.
Kırıldığımız yerden nasıl büyürüz?
Her kırılma bir büyüme potansiyeli taşısa da bu potansiyel her zaman kendiliğinden açığa çıkmaz. Kırılmanın gerçekten dönüştürücü olabilmesi için bizim de bu süreçte aktif bir rol üstlenmemiz gerekir. Bu noktada kendimize şunu sorabiliriz: Zor olanla temas etmeyi, kaçmak yerine bilinçli olarak mücadele içinde kalmayı seçebilir miyim? Bu bilinçli seçim, kırılmayı büyümeye dönüştürmenin temelidir.
Ardından ilk adım, yaşadığımız duyguları kabul edebilmektir. Üzüntü, öfke, hayal kırıklığı, çaresizlik ya da kırgınlık… Bunların hepsi zor zamanların doğal duygularıdır. Çoğu zaman bu duygulardan “kurtulmak” isteriz; güçlü kalmaya çalışır, hissettiklerimizi bastırırız. Oysa bastırılan duygular ortadan kalkmaz, zihnimizde şekil değiştirerek ya da gizlenerek varlıklarını sürdürmeye devam ederler. Dönüştürücü olan, bu duyguları fark edebilmek, adlandırabilmek ve onlara alan açabilmekten geçer. Yüzleştikçe zihnimize yeni yollar araması ve büyüme potansiyelini ortaya çıkarması için izin vermiş oluruz.
İkinci adım, yaşananları yalnızca bir haksızlık ya da kayıp olarak değil, bir öğrenme alanı olarak değerlendirebilmektir. Hayal ettiğiniz yolda ilerlerken hiçbir şey kayıp değildir. Çünkü iyi ya da kötü sonuçlansın, ortada atılan “bir adım” vardır. Bu adım belki bizi durduracak, belki düşünmeyi, sorgulamayı sağlayacak fakat zihinde belirenin aksine, bizi geri götürmeyecek. Dolayısıyla “olmadı” demek yerine, “nasıl olabilir” diyebilirsek bir sonraki adımımızı atacağımız yönü belirler, kendimizden daha emin ilerleyebiliriz.
Üçüncü adım ise devam edebilme cesaretidir. Kırılma sonrasında çoğu zaman hayata karşı geri çekilme, durma ya da donma halini deneyimleyebiliriz. Ancak uzun süre hareketsiz kalmak, çoğu zaman iyileştirici değil, ağırlaştırıcı bir etki yaratır. Oysa zihnimiz ve bedenimiz, hareketle birlikte yeniden umut etmeye başlar. Atılan her küçük adım, sinir sistemimize “tehdit geçti, yaşam devam ediyor” mesajını verir. Böylece kırıldığımız yer yavaş yavaş dönüşmeye başlar; önce hareket, sonra anlam kazanır ve ardından yeniden filizlenir.
