Beslenme alışkanlıkları konusunda batı toplumları kadar ileri gitmiş olmasak da, yanlış beslendiğimizin uzun süredir farkındayım. Yiyeceklerimiz tüm duygularımızı, düşüncelerimizi, yaşam kalitemizi şekillendiriyor. Nasıl kahvenin, çayın uyarıcı etkisi varsa, her yiyeceğin de vücudumuz üzerinde uyarıcı etkileri var. Kısaca “Ne yersek O’yuz”! Dengesiz beslenirseniz dengesizleşiyorsunuz, dengeli beslenirseniz dengeli bir toplum bireyi haline geliyorsunuz. Tam da bu “denge” hali, huzurlu bireylerin ve huzur içinde bir toplumun anahtarı…
Batı dünyası henüz “dengeli beslenme” konusunda beni ikna edemediği için, “çok lezzetli ve aynı zamanda sağlıklı bir şeyler yok mu bu alemde?” sorusunun cevabını kurcalamaya başladım. Kurcalayıp kurcalayıp cevap alamadıkça da, mutfağa yönelmeye karar verdim.
Ayurveda’ya her zaman çok meraklı oldum ve güvendim. Ama farklı lezzetlere de ihtiyacım olduğunu hissettim. Yeni dönem beslenme akımlarıyla, kinoalı avokadolu ay çekirdekleriyle içli dışlı oldum ama beni kesmedi. Orta çağ diyetlerine dönemezdim, zaten et de yemiyordum. Çiğ bitkileri de yedikçe mideme oturdu. Arada sırada tamam da karnabahardan pilav, meyve ve sebzelerden smoothie nereye kadar? İnsan ılık ılık pişmiş bir şeyler istiyor… Bir ara salata yiyip sağlıklı olduğunu düşünenler kervanına da katıldım…
Makrobiyotik ile ilk karşılaşma
Üniversitede Amerika’da okurken, ilk defa karşıma çıkmıştı “makrobiyotik” beslenme. O dönem, konuya sardığımı bilen bütün arkadaşlarım bana makrobiyotik kitaplar hediye etmeye başlamışlardı. Hepsi evde duruyordu.
Sonra bir bir çıkardım ve okumaya başladım. Okudukça anladım ki, makrobiyotiğin prensipleri ayurveda mutfağıyla benzerlik gösteriyor. Bu iki mutfağın ortak özelliği; Hipokrat’ın öğretisi olan “besinleri ilaç yapmak”. Yani, besinlerin enerjisinden faydalanarak sadece bedensel değil; zihinsel ve ruhsal enerjiyi de dengeleyerek, mükemmel bir sağlık hali yaratmak.
Makrobiyotik sistemin özel yemek tarifleri bir yana, yaşam felsefesi, doğru beslenerek huzuru yakalamak, shiatsu ile ağrıları gidermek, daha hasta olmadan, eline koluna, yüzüne gözüne bakıp potansiyel hastalıklara teşhis koyabilmek. Okuduklarımın ardından, öylesine merak duydum ki ben makrobiyotik öğreneceğim dedim!
Makrobiyotik şefliğine ilk adım
Aklıma koydum ama ne zaman gideceğim, eşime nasıl anlatsam soruları bir biri ardına sıralanıyordu…
“Amerika’da bir okul var, böyle dağların arasında, orada 1 ay kalacağım, etrafında şehir filan da yok büyücü okulu gibi küçücük bir okul. Ben bu işi öğrenmeyi çok istiyorum”
Fakat sonunda sayemde her gün yeni bir “icat çıkarma” oyununa kurban giden eşimle birlikte valizleri toplayıp yola koyulduk.
Okulun ilk günü: “Muhteşem Yaşam”
Okulda önce makrobiyotiğin ne anlama geldiğini anlattılar. Öğreti hem doğuya, hem Hipokrat’ın öğretisine kısacası “evrensel yasa”ya dayanıyor. Makro, “muhteşem”; bio ise “yaşam” demek. Ben bu “muhteşem yaşam”ı “insan potansiyelinin muhteşem dengesi” olarak yorumladım. En ilginci, bilimsel bakış açısıyla ve nedenlerini anlatarak bazı şeyleri yemenin ve yememenin neden sakıncalı olduğunun farkına varmak oldu.
Makrobiyotik yaşamın kendi üzerimdeki etkilerini ve deneyimlerimden oluşan listeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
- Makrobiyotik, temel olarak beslenme ve yaşam biçimini doğayla uyum içinde olacak şekilde dönüştürerek fiziksel, zihinsel ve ruhsal olarak dengeyi yakalamanın yollarını öğretiyor. Vücudunuz toksinleri parçalamakla uğraşmaya vakit ayırmak zorunda kalmadığı için (çünkü makrobiyotik diyette vücudunuza zehir almıyorsunuz) temiz kalıyor. Daha huzurlu ve enerjik hissediyorsunuz.
- Diyabetten çeşitli alerjilere, kronik hastalıklardan kansere kadar hastalıklarını iyileştirmek için oraya gelenlerin hikayelerine şahit oldum. İnsanların bir iki hafta gibi kısa bir süre içinde değerlerinin değişmeye başlamasını; iyileşmiş olanların ise ziyaretleri sırasında bu yolculuktaki hikayelerini dinlemek inanılmazdı. Orada geçirdiğim sürede bazı hastalıkların ve rahatsızlıkların bize öğretilmeyen çok basit ve doğal çözümlerinin yaşam biçiminde ve yiyeceklerde gizli olduğunu bir kere daha anladım. Tam tahıllar, çorbalar, bakliyat ve sebzeleri belli şekillerde pişirip birlikte tüketerek sağlıklı ve enerjik hissetmek mümkün.
- Vegan ve vejeteryanların en büyük eksiği, sağlıklı ve besin değerleri açısından eksiksiz menüler yaratmak. Çoğu zaman bu menüleri yaratmakta zorlandıkları için vegan/vejeteryan diyete geçenlerde besin eksiklikleri baş gösterebiliyor. Burada bitki bazlı bir diyetin nasıl eksiksiz hazırlanacağının sırlarına da vakıf oldum.
- Çoğu zaman lezzetli yiyecekleri suçluluk duygusuyla yiyor, sonra kilo alıp üzülüyoruz. Temiz besleniyorsanız, bu hal kendiliğinden elimine oluyor. Yiyecekler, çok lezzetli olmalarına rağmen, doğal ve masumlar. Doyana kadar gönül rahatlığıyla yiyebiliyorsunuz. Yediklerinizle kan şekerinizi birden fırlatmıyor, vücudunuza toksin sokmuyorsunuz. Bu yolla, sadece kilo almamakla kalmıyor, yiyerek ve doyarak kilo veriyor, üstüne üstlük bir de hastalıklarınızdan kurtulmaya başlıyorsunuz. Zihniniz sakinleşiyor, tatlı bir sağlık haline kavuşuyorsunuz.
- Temiz beslendiğiniz, vücudunuza toksin almadığınız zaman kanınız da temiz kalıyor. Alkali kan sağlık demek. Cildim bile bu sayede pırıl pırıl parladı. Temiz beslenmek aynı zamanda yaşlanmayı geciktiriyor.