
Bugün modern dünyada yaşanan hemen hemen her rahatsızlık ya da farklılık, hızla bir isimle etiketleniyor: kaygı, depresyon, obsesif bozukluk, travma sonrası stres, sindirim sorunları… Bu etiketler, yaşadıklarımızı düzenli bir sınıfa yerleştirerek bize bir tür kontrol hissi veriyor. Böylece bizi neyin beklediğini, neler yapacağımızı ya da neler deneyimleyebileceğimizi öngörebiliyoruz. Oysa bu belirtiler bir arıza, bedensel ya da zihinsel bir bozukluk olmayabilir. Belki de bunlar, atalarımızın hayatta kalmasını sağlayan kadim stratejilerin bugüne yansımalarıdır. Nesiller boyunca aktarılan ve asıl amacı “hayatta kalmayı sağlamak” olan bu tepkiler, bugün farklı bir gerçeklikte yaşıyor olmamıza rağmen varlıklarını sürdürüyor olabilir. Dolayısıyla “patoloji” olarak adlandırdığımız şey, aslında dirençli bedenlerin ve zihinlerin geçmişten bugüne taşıdığı uyum becerilerinin bir yansıması olabilir. Semptomları hızlıca etiketlemek ve bastırmaya çalışmak yerine bizim için taşıdıkları mesaja da kulak verebilir miyiz? Sizin için araştırdık!
Bugünün tanılarının ardındaki gizli bilgelik nedir?
Modern tıp çoğu zaman semptomları bir düşman, ortadan kaldırılması gereken kusurlar gibi görür. Oysa biyoloji nadiren “gereksiz” işler; sinir sistemimiz ve bedenimiz daima bir sebebe hizmet ederek uyum sağlar. Bu sebepler yalnızca bizim bireysel hayatlarımızla sınırlı değildir, kimi zaman nesillerin taşıdığı hayatta kalma stratejilerinin bugünkü yansımalarıdır.
Örneğin aşırı tetikte olma hali, sürekli çevreyi taramak, rahatlayamamak, uyku sorunları gibi semptomlar bugün sıkça anksiyete bozukluğu olarak adlandırılır. Fakat nesiller önce savaş ortamında yaşayan atalarımız için bu hal, hayatta kalmak anlamına geliyordu. Sindirim sisteminin aşırı hassasiyeti, modern tıpta patoloji sayılırken, yiyeceklerin kolayca bozulduğu bir dünyada zehirlenmeye karşı güçlü bir koruma sağlıyordu. Benzer şekilde kronik yorgunluk, bugünün koşullarında zayıflık ya da verimsizlik gibi görülse de, kıtlık dönemlerinde enerjiyi koruyarak hayatta kalmaya hizmet ediyordu. Tüm bu örnekler, “tanı” olarak etiketlediğimiz şeylerin aslında bedenin anlattığı hayatta kalma hikayeleri olabileceğini gösteriyor.
Bilimsel bulgular da bu fikri giderek daha fazla destekliyor. Epigenetik araştırmalar, travma ve yokluğun sadece deneyimi yaşayan bireyde değil, sonraki kuşaklarda da biyolojik izler bıraktığını ortaya koyuyor. Örneğin, Holokost’tan kurtulanların çocuklarının strese karşı daha savunmasız oldukları ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu (PTSD) belirtileri gösterme olasılıklarının daha fazla olduğu araştırmalarla destekleniyor. Ayrıca biyoloji alanında uzman yazar Bruce Lipton da biyolojimizin yalnızca genlerle değil, algılarla da şekillendiğini öne sürüyor. Yani atalarımızın yaşadığı çevresel deneyimler genlerimizi bu deneyimlere adapte olacak şekilde etkilemiş olabilir. Öte yandan yapılan çalışmalar, duyguların yalnızca zihinde değil, dokularda da saklandığını gösteriyor. Tıpkı göz rengimiz ya da boyumuz gibi, direnç seviyesi, tepki kalıpları ve hayatta kalma stratejileri de genetik olarak aktarılır. Bu açıdan bakıldığında semptomları yalnızca bastırılması gereken sorunlar olarak değil, kuşakların aktardığı bilgelik olarak da değerlendirmek mümkün olabilir.
Neden hala aynı tepkileri tekrarlıyoruz?
Psikolog Mark Wolynn, “Atalarımızın acısına bilinçsizce sadığız” diyerek bu durumu bilinç dışı sadakat olarak tanımlıyor. Yani bugün semptom olarak gördüğümüz pek çok şey, aslında bedenimizin atalarımızdan miras kalan hayatta kalma stratejilerini tekrarlamasıdır. Sinir sistemimiz, bir zamanlar işe yarayanı bugün de sürdürmeye devam eder.
Bedenin zaman algısı tarihsel ya da kronolojik bir çizgide işlemez. Sinir sistemi, tehlike ve güven sinyallerini ayırt ederek çalışmaya odaklanır ve bu sinyalleri geçmişten gelen kayıtlarla karşılaştırır. Atalarımızın bir savaşta yaşadığı korku, bir kıtlıkta hissettiği açlık ya da bir otorite figürü karşısındaki çaresizlik, sinir sisteminin derin katmanlarında hala etkisini sürdürür. Dolayısıyla bugün yaşadığımız bir ofis toplantısı, bilinç dışında bir savaş alanı kadar tehditkar algılanabilir; sert bir bakış, atalarımız için hayati tehlike anlamına gelen bir işgalciyi hatırlatabilir. Beden bu deneyimler arasındaki farkı bilmez çünkü tekrar eden kalıplar üzerinden işler.
Bu yüzden semptomlar çoğu zaman “yanlış çalışan” bir bedenin sonucu değil; aksine, değişen günlük yaşantıya tam olarak uyum sağlayamamış, geçmişin stratejilerini bugünün koşullarına taşımaya devam eden bir bedenin ürünüdür. Bir zamanlar hayat kurtaran bugünün tanıları, bugün fazlalık gibi görünse de aslında köklerinde hayatta kalmaya hizmet eden kadim bilgelikleri taşır.
Bedeni günümüze uyumlamak nasıl mümkün?
Bugün tıp, psikoloji ve nörobilimdeki gelişmeler sayesinde hangi semptomların gerçekten tıbbi müdahale gerektirdiğini, hangilerinin ise günlük yaşamın stres faktörleri karşısında “aşırı ama anlaşılır” tepkiler olduğunu daha net ayırt edebiliyoruz. Yani her şey yalnızca geçmişten kalan bir strateji değil; bazı durumlar gerçekten tanı ve tedavi gerektiriyor olabilir. Bu noktada bunu doğru ayırt etmek de bedeni günümüze uyumlamak için kritiktir. Bu farkındalık bize hem bilimsel tanıyı ve desteği kabul etme hem de bedenimizin mesajlarını duyma imkanı verir.
Burada önemli olan, günlük hayatta ortaya çıkan tepkileri hemen bir sorun olarak etiketlememek; önce mesajları anlamaya çalışmak, gözlemlemek ve desteğe ihtiyaç duyduğumuz noktada tıbbi destek almak. Bugün yorgunluk, içe çekilme arzusu, mükemmeliyetçiliğe kapılmak ya da tetikte olmak bizi tüketebilir. Fakat aynı zamanda uyum sağlamamıza, riskten korunmamıza, düzen kurmamıza yardımcı olurlar.
- Belirtiler ortaya çıktığında hemen yargılamak yerine, “Bedenim şu an bana ne anlatmaya çalışıyor?” diye sorarak bedensel farkındalığınızı artırabilirsiniz.
- Sinir sistemi regülasyonu için nefes egzersizleri, kısa düşünme molaları, meditasyon ya da hafif esneme hareketleri gibi pratiklerle bedeni bugüne çağırabilirsiniz.
- Duygularınızı veya bedensel tepkilerinizi yazarak hangi durumlarda tetiklendiğinizi ve tekrar eden kalıplarınızı keşfedebilirsiniz.
- Tepkileriniz yaşamınızı kısıtlıyor ya da sizi tüketiyorsa, profesyonel psikolojik veya tıbbi destek alarak uyumlanma sürecinizi destekleyebilirsiniz.
- Yorgunluk, kaygı ya da gerginlik hissettiğinizde bu sinyalleri bastırmak yerine kısa bir mola vererek bedenin mesajını duyabilir ve ana uyumlanmasına yardımcı olabilirsiniz.
- Yakın çevrenizle yaşadıklarınızı paylaşarak hem yalnız olmadığınızı hissedebilir hem de bedeninizin tepkilerini normalize edebilirsiniz.
Bu gibi pratikler bedeninizi bugüne ve ana çağırmanıza yardımcı olabilir. Fakat zaten biz farkında olmasak dahi bedenimiz ve zihnimiz her an yeni koşullara uyumlanmaya devam ediyor. Yani geçmişten devraldığımız stratejiler zaten sabit kalmıyor; yaşamın doğal akışı ve bizim bilinçli farkındalığımız sayesinde dönüşüp yeniden şekilleniyor.
Özünde mesele, geçmişin stratejilerini yok etmek değil; onların köklerini fark etmek ve bugünün gerçekliğine uygun hale getirmektir. Bunu yapabildiğimizde semptomları sadece bir “tanı” olarak değil, bize aktarılan bilgelik olarak görebiliriz. Böylece hem bilimsel tedavilerin sunduğu olanaklardan faydalanır hem de kendi bedenimizin bize anlattığı hikayeyi duymayı öğrenebiliriz.
*Bu içerik semptomlara farklı bir bakış açısı kazandırmayı amaçlar; ancak tanı ve tedavi gerektiren durumların varlığını reddetmez. Desteğe ihtiyacınız olduğunu hissettiğinizde mutlaka tıbbi ya da psikolojik destek almanız tavsiye edilir.