EFT uzmanı ve meditasyon eğitmeni olarak son birkaç yıldır danışmanlık yapmanın ve sanıyorum sürekli gözlem halinde olmanın bazı farkındalıklar sağladığını düşünüyorum. Buradan yola çıkarak danışanların birçoğunun aslında temel bir ortak “engeli” olduğunu söylemem sanırım abartılı olmaz. Bu engeli “izlenimsel yaşam” olarak adlandırıyorum. Bunun ne ifade ettiğini ilerleyen satılarda okuyabilirsiniz. Fakat konuyu etraflıca anlatabilmek için önce kısaca bilimsel açıdan birkaç önemli nokta paylaşayım. Neden bilinç yaşamsal bir şart değil ama bir tercih meselesi olduğuna siz de katılacaksınız!
Üçlü beyin karmaşası
Amerikalı nörobilimci MacLean, 1960’larda “üçlü beyin” fikrini ortaya atıyor. MacLean’a göre insanoğlunun yaşadığı evrimsel süreç birbirinden farklı üç beyin katmanına sahip olmasıyla sonuçlanıyor. Bu katmanları sürüngen beyin, duygusal beyin ve neo-korteks olarak ayırıyor.
- Sürüngen beyin ilkel dürtüleri ve alışkanlıkları yöneten bazal gangliayı,
- Duygusal beyin, davranış da dahil olmak üzere motivasyonumuzun, hafızamızın ve duygularımızın merkezi olan limbik sistemi,
- Neo-korteks ise soyut düşünceyi, planlamayı, akıl yürütmeyi ve mantığı yöneten, hemen alnımızın gerisinde kalan prefrontal korteksi ifade ediyor.
MacLean’ın teorisinden yola çıkarak bilim insanlarının ifade ettiği aslında ilkel çağlardan kalan ve hayatta kalma mekanizmasının bir parçası olarak ihtiyaç duyduğumuz eski tip beyin ile, evrimleşme sürecine adapte olmuş “modern” yani yeni tip beyne aynı anda sahip olduğumuz. Ben bunlara günümüze daha uygun şekilde analog ve dijital beyin diyorum.
Hangi beyni ne zaman kullanıyoruz?
Kendimizi tehdit altında hissettiğimiz anda, beynimizin en ilkel kısmı olan analog beyin harekete geçiyor ve sadece “hayatta kalmaya” odaklanıyoruz. Yaşadığımız evrimsel dönüşüm ile ortaya çıkan neo-korteks ise tam tersine soyut düşünceyi, planlamayı, akıl yürütmeyi ve mantığı içeriyor.
Öte yandan, moleküler genetikteki modern araştırmalar, insan beyninin katmanlar halinde gelişmediğini ve tüm memelilerin beyninin aynı nöronu kullanan tek bir üretim planından inşa edildiğini belirtiyor. Bu nedenle “üçlü beyin” fikrinin sadece mitoloji olduğunu ortaya koysa da, insan doğasına dair ilgi çekici bir açıklama sağladığı için ne yazık ki kalıcı bir güce sahip olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla analog-dijital beyin ayrımının ötesine geçerek, insanoğlunda evrimin aslında bedenle başladığını ve duygu yoluyla devam ederek daha karmaşık bir beyne, bilince doğru ilerleme kat ettiğini söylemek belki de daha doğru bir anlatım olur. Beynimiz katmanlara ayrılmasa da veya aynı nöron yapı taşından oluşsa da beynimizi kullanma şeklimizde önemli bir başka ayrım olduğunun altını çizmeliyim.
Bilinç bir varoluş şartı değil, yalnızca tercih meselesi!
Bu ayrım bilincin bir varoluş şartı değil, yalnızca tercih meselesi olması. Hemen izah edeyim.
Bedenimiz, duygularımız ve beynimiz kendi başlarına var olabilme, hayatta kalabilme ve işlev gösterebilme kapasitesine sahip. Çünkü genetik olarak bu şekilde tasarlandık. Kendi başımıza nefes alıyor, uykumuz geldiğinde uyuyor, fark etmeksizin çeşitli duygulara kapılıyoruz. Yani bedenimiz, duygularımız ve beynimiz “bilince” ihtiyaç duymadan çalışabiliyor. Her an rasyonel zihnimizi, yani neo-korteksimizi kullanma ihtiyacı duymuyoruz. Ve dahası, onu kullanmaktan bizi alıkoyan çok fazla tuzakla yaşıyoruz.
Dolayısıyla “bilinçli varoluş” tamamen tercihe bağlı hale geliyor.
Yani hayatımızı yalnızca otomatik pilotta yaşamamız mümkün. Misal; kaçınız bu satırları okurken kendi varlığının, bedeninin farkındalığında? Gün içinde hayatımızı olağan akışında yaşarken çoğumuz uyur gezer gibi hareket ederiz. Yürüdüğümüz yolun, yanımızdan geçen insanların bile farkına varmayız. Bu “rutin” bazı durumlarda kırılır. Özellikle de fiziksel veya duygusal olarak “acı” çektiğimiz anlarda. Böyle durumlarda “farkındalık” haline geçeriz. Acımızı gidermek için arayışa geçtiğimizden bilinç devreye girmeye başlar.
Fakat acı ya da üzüntü çekmeden bizi bu farkındalık haline geçmekten alıkoyan pek çok uyaranla karşı karşıyayız. An’da kalmamızı engelleyen ve dikkatimizin hızla dağılmasını sağlayan o kadar çok şey var ki; hemen etrafınıza göz gezdirmeniz birkaçını tespit etmeniz için yeterli. Dijital çağın yükselişiyle birkaç saniyeliğine de olsa dikkatimizi “satın almak” için uğraş halinde olan bir sistem içinde bilinçli olmaya uğraşıyoruz.
Gerçekten de uğraşıyor muyuz?
Danışanlarla konuşmalarımdan ve gözlemlerimden fark ettiğim, hayatı çoğunlukla “izlenimsel” yaşıyor olmamız. Yani dikkat vermeden üstün körü edindiğimiz izlenimle. Belki çoğunlukla analog beyinle. Bunu suyun üzerindeki dalgalı yansımaları görüp altındaki o muhteşem doğayı es geçmek gibi düşünebilirsiniz.
Halbuki bilinci mümkün kılan yegâne şey, üstün körü bir izlenimden ziyade, dikkattir. Çünkü ancak dikkatimizi verdiğimizde eylemlerimize bilinç katarız. Ve aslında, hayatı yaşarken esas yapmamız gereken, yaptığımız her şeyi bilinç katarak yapmak. Bunu başardığımızda farkındalıklı bir hayat yaşamış oluruz ve bu farkındalık bizi bilinçli kararlara, eylemlere ve sonuçlara götürür. Fakat, insanoğlunun evrimsel süreciyle gelişen prefrontal korteks ve dikkat merkezimiz maalesef çöp bilgilerle dolu olduğundan ve sürekli uyarıldığından, bu durum dikkatimizi bir şeylere yöneltmekten veya neyin öncelikli olduğunun ayırdına varmaktan bizi alıkoyuyor.
Üstelik “dikkat” biyolojik olarak çok ama çok pahalı bir yetenek. Beynimiz bir şeye dikkatini yönelttiğinde otomatik pilot halindeyken harcadığından çok daha fazla oksijen ve beynin yakıtı olan glikoz kullanıyor. Bedenimiz bizi en efektif şekilde hayatta tutmaya programlandığından beyin olabildiği kadar az tüketim sağlayacağı biçimde çalışmaya yöneliyor ve dikkati kapatarak sığ bir düşünce seviyesine geçiyor.
Çoğumuzun dikkatimizi nefesimize yönelttikten hemen birkaç saniye sonra kendimizi ofis dedikodularını ya da ev işlerini düşünürken bulması bu yüzden. İşte size dikkat gerektirmeyen düşünceler… Yani her ne kadar evrim bizi savaş ya da kaç mekanizmasından zihin ve bilinç seviyesine yükselten modern bir beyinle donatmış olsa da, esas olan “dikkatimizi” vermediğimiz sürece eylemlerimize bilinç katamayacak olmamız. Bunu aşmanın yolu beynimize dikkatin ne zaman kaçtığını fark etmesini öğretmek.
Dikkatinizi toplayın
Odaklı, dikkatli, farkında zihin halinde olduğunuz bir an seçin. Mesela dikkatle birkaç mail yazıyorsunuz, ya da bir kitap okuyorsunuz. Öncelikle zihnimizi söz konusu eyleme odaklayarak başlıyoruz. Birkaç dakika içinde de zihnimize bir “mola” verdiriyoruz. Bunun için zihni rahatlatacak bir düşünceye ya da eyleme geçebiliriz. Fakat burada önemli olan bunu bilinçli olarak yapmak. Yani dikkatimiz dağıldıktan sonra başka bir düşünceye atladığımızı fark etmekten ziyade bilinçli olarak dikkati bırakıp, bir süre sığ düşünme biçiminde kalarak beynimize mola sağlamak. Birkaç dakika sonra ise zihni tekrar dikkat gerektiren eyleme yönlendiriyoruz. Buradaki süreleri kendi dikkat kapasitemize göre ayarlayabiliriz. Esas iş, ne zaman dikkatimizin kaçacağını fark etmek ve onu nazikçe söz konusu eyleme geri getirebilmek.
Bu egzersizi ne kadar çok tekrar eder ve dikkat süremizi ne kadar uzatırsak, onu daha da geliştirebiliriz. Zihnimizi dikkat seviyesinde tutmayı başardıkça, bilinç seviyesinde kaldıkça hayatımızdaki tekrar eden kalıplardan, otomatik davranışlardan ve cevaplardan, hayrımıza olmayan alışkanlıklardan, savunmacı ya da saldırgan düşünce biçimlerinden, korku gibi, öfke gibi olumsuz duygu tuzaklarından kurtarabilir, hayatımızı dolu dolu, gerçeğe daha yakın biçimde yaşayabiliriz.