1966 yılında Ankara’da doğan Hülya Öztürk, Surrey Institute of Art and Design Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü lisans eğitimini 1997 yılında tamamladı. Bitirme projesi olan deneysel sinema çalışması “Her Story” ile Nuremberg ve Münih Film Festival’lerin de ödül almaya hak kazandı. Mezun olduktan sonra, Londra, Buenos Aires ve İstanbul’da televizyon yönetmenliği ve yapımcılığı ile kısa/uzun metraj film ve belgesel filmleri yaptı. Aynı zamanda, kar amacı gütmeyen kurumların (“NGO”) projelerinde farklı görevlerde yer aldı. Çalışmalarını Londra’da ve Buenos Aires’te yaşayan azınlıkların, kültürel, sosyal ve sanatsal yaşamlarını tanıtmak ve onların seslerini duyurmak üzerine sürdürdü. Çalıştığı kurumlar arasında NTV, Discovery Learning Channel, Museum of London, Watermans Art Centre London, Digital Sky TV Channel ve FilmPro kanalları bulunmaktadır.
Montaigne, “Yaşamak ve Çalışmak” adlı denemesinde, tabiatın bize bir ana gibi davrandığını, ihtiyaçlarımızı gidermeyi zevkli bir iş haline getirdiğini ve bizim onu bozmaya hakkımızın olmadığını söylemekte.
“Bizim işimiz kitap doldurmak değil, ahlakımızı yapmaktır. Savaşmak memleket kazanmak değil, yaşayışımıza dirlik düzenlik getirmektir. En büyük en şerefli eserimiz doğru dürüst yaşamaktır! Geri kalan her şey başa geçmek, para kazanmak, ünlü olmak, binalar kurmak, nihayet ufak tefek eklentiler, yollardır…Ancak küçük ruhlar, işlerin ağırlığı altında ezilir, onlardan sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler” der.
Oysa günümüzde “yaşamak için çalışmak” adeta “çalışmak için yaşamaya” dönüşmüştür!
Peki neden?
Çünkü endüstri temelli modern yaşam ekonomik, politik ve sosyal statü üzerine kurulmuş olup, bilgi ise ancak üretim ve tüketimi arttıracak pazarlama teknikleriyle satışı çoğaltmak için kullanılmaktadır.
Montaigne, 1571 yılında kitaplarıyla birlikte çiftliğine çekilerek, “kendini tanıma” ve “ne biliyorum” gibi temel sorulardan yola çıkarak bir insanda, insanlığın bütün hallerini yoklayan deneme türünü oluşturmuştur. 1580 yılında basılan Denemeler için ise “Ben kitabımı yaptığım kadar kitabım da beni yaptı!” demiştir.
Live To Bloom aracılığı ile sizlerle iletişime, özellikle tarihten, bilimden, sanattan, felsefeden ve günümüz popüler kültüründen bazı alıntılar yaparak, yaşadığımız kavram karmaşasının nedenlerini ve sonuçlarının altını çizerek başlamak istiyorum.
Montaigne on altıncı yüzyılda, Avrupa’ya “serbest düşünmeyi” öğretmiş. Fakat görünen o ki, aradan geçen beş yüzyıl boyunca serbest düşünmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmek konusunda yeterince ilerleyememişiz!
On altıncı yüzyılda serbest düşünmek, dönemin düşünce kalıplarını tartışmak, inanışların doğruluğundan şüphe duymak, adaleti, kanunları sorgulamak ve bütün bu konularla ilgili kendi aklının ışığıyla yeni fikirler oluşturmak hiç de kolay değilken, Montaigne kendini serbest düşüncenin deney tahtası haline getirmiştir.
Benzer konulara, 1900-1980 yılları arasında yaşamış, bilim adamı, düşünür ve yazar Erich Fromm Yaşama Sanatı adlı kitabında, değinmiş ve argümanlarını “varlık olarak yaşamak” ve “yaşama sahip olarak var olmak” arasında hem kullanılan dil hem de kavramsal olarak ciddi bir fark olduğu üzerinden kurmuştur. ‘To have or to be‘ ( “Sahip olmak” ya da “olmak”) .
Fromm kuramında, insanın iyi bir yaşam sürdürebilmesinin koşulunu sadece farkındalık ruhsal huzur, iç görü ve psikoterapiyle çözümlenemeyeceğini,yaşadığı ekonomik, sosyal, politik durumların da analiz edilmesi gerektiğinin önemini vurgular.
Modern toplum “sahip olabilen insan” üzerinden varlığı tanımlarken, üretimi ve tüketimi arttırmayı hedefler. Varlığını sahip olduklarıyla tanımlayan insan ise bitmek bilmeyen bir hırs ve rekabetle başarmak için çalışır.
Oysa sahip olmaya çalışmak, sahip oldukça artarak çoğalır ve bir bağımlılığa dönüşür. Endüstriye bağlı modern toplum bu bağımlılıkla beslenir ve devamlılığını sürdürebilmek için bu sefer piyasaya,“paket programlar” mahiyetinde ruhsal, zihinsel ve fiziksel rahatlama teknikleri sürmeye başlar. Bu yöntemlerle hedeflenen, geçici süreler için bir rahatlama sağlayarak, insanın “sahip olabilmek” için başlattığı mücadeleyi sürdürebilmesidir.
(“To be”) Varlık olarak yaşamak ise bambaşka bir yaşam biçimi ve felsefesini içinde barındırır…
Bu bilgileri bilmek önemli fakat bu bilgileri serbest düşünme yöntemleriyle kendimize mal edebilmek daha önemli.
Akıl çağı, Tanrı yerine “insan aklını” koyarak, rasyonel aklın tekliğinin tanrısallaştırılmasına; insanları ve toplumları ona itaat etmeye ve hatta itaati içselleştirmeye kadar götüren başka bir karanlık süreci başlatmıştır. Bu bağlamda Fransız düşünür Michel Foucault’un çalışmalarını dikkatle incelemek gerekir.
Oysa bilgiler, ancak sezgilerimiz aracılığı ile kendi deneyimlerimizle örtüştüğü zaman içselleşebiliyor ve hayatımızın bir parçası haline geliyor. İç dünyamızda aradığımız soruların yanıtlarına dönüşebiliyor ve sezgilerle yürümeye çalıştığımız hayatı aydınlattığı takdirde unutulmuyor.
Nörobilim uzmanları, beynimizin en derin, en eski bölümünün R komplesi olduğunu söylüyorlar. Ritüelizm, otoriteden korkma, otoriteye boyun eğme, gibi davranışların kaynağının R komplesinin ürünü olduğu biliniyor. R kompleksi, sürüngen beyin atalarımızdan kalan izlerle dolu.
Beynin ikinci katmanı ise memelilerde bulunan “limbik beyin”. Limbik beyin, duygu dünyasıyla ilgili ve R kompleksinin çevresini sarıyor. Bu yüzden Latince’de yüzük ya da halka anlamına gelen Limbus’tan esinlenerek isimlendirilmiş. Dolayısıyla içgüdüsel ve duygusal beyin sinirleri birbiriyle iç içe geçerek bir doku oluşturuyor.
Beynin bilgi kapasitesinin en üst ve en gelişmiş olan bölümü “serebral korteks” ise beynin içiçe örülmüş, “içgüdüsel ve duygusal” katmanının üst kısmında bulunmakla birlikte, organizmanın içten ve dıştan gelen bilgileri depoladığı, algılama ve analiz etme işlerinin yapıldığı yerdir.
Selebral korteksin bu işleri yapabilmesi için dikkatli ve uyanık olması gerekir. Günümüzde hepimizin sıklıkla kullandığı “farkındalık” kavramının temeli burada. Bu uyanıklığı yani farkındalığı ise beynin sapında bulunan RAS (RescularActivatingSystem) sağlıyor.
RAS aynı zamanda bilgiyi algılama, işlemden geçirme ve hatırlama işlerini de üstlenen bölüm.Beynimiz sıradan bir bilgiyi bile bütün bu işlemlerden geçirdikten sonra kullanmaya, saklamaya ya da çöpe atmaya karar veriyor.
Beyin, içgüdüsel, duygusal ve çevresel faktörlerin birlikteliğiyle, muazzam bir iş bölümüyle çalışırken, selebral korteks’le limbik sistem arasında bazen bazı kopukluklar oluştuğu biliniyor. Bu kopukluklar ise insanların duygularına, sezgilerine, davranışlarına yansıyor.
Sonuç olarak her canlının hem kendi türündeki diğerlerine benzeyen hem de kendine özgü binlerce farklılıkları ortaya çıkıyor.
Peki insanın bütün bu nörolojik benzerliklerini ya da farklılıklarını sadece nörobiyolojik açıdan ele almak konuyu anlamaya yeter mi?
Acaba beynimizdeki nöronların davranışlarıyla, bireylerin ve toplumların davranışları arasında bir bağ var mıdır? Yaşadığımız dil, kültür, coğrafya ve hatta iklimlerin davranışlarımız, sezgilerimiz ve duygularımızla iç içe geçmiş bağları olduğunu düşündüğünüz olur mu hiç?
Tabii bu bağlamda son yıllarda üzerinde konuşulan en çarpıcı konulardan biri olan “duygusal zeka”dan söz etmeden geçemeyiz.
Peki neden?
Çünkü rasyonel ve işlevsel zeka kendi varlığını, ancak duygusal ve algısal zeka ile uyum içerisinde bir bütünlük kurabildiği zaman sürdürebiliyor.
Denge ise aralarında oluşan kopuklukları göz ardı etmeden, rasyonel aklın liderliğinde değil, rasyonel ve duygusal aklın işbirliği ile oluşuyor.
Ve ancak dengeli insan her türlü ruhsal ve fiziksel sorunun üstesinden gelebilerek, kendisiyle barışık insan olabiliyor.
Peki günümüz dünyasında dengeli ve kendiyle barışık bir insan olabilmek mümkün mü?
Akıl çağıyla başlayan, “rasyonel aklın” yüceleştirildiği bir dünyada, kolaya kaçmadan, sorunların temeline inmeden, üzüntüsüz, acısız, ağrısız çözüm bulunabilir mi?
İnternet ve sosyal medya aracılığı ile her gün yüzbinlerce insan sağlıklı yaşamak, beslenme, konsantrasyon, meditasyon, farkındalık, spor, ruhsal ve bedensel sağlık gibi konular üzerine fikir üretiyor. Doğru yanlış yüzlerce bilgi ve düşünceyi paylaşıyor ve uyguluyor; ama sorunlar gün geçtikçe artarak çoğalıyor!
“Yaşamak” için çalışmak yerine,“çalışmak” için yaşadığımız, hız ve haz dünyasında, daha hızlıca üretebilmek ve ürettiklerimizi hızlıca tüketebilmek ve bütün bu hıza, hayatımızı tüketmeden hızlıca haz duyabileceğimiz rahatlatma yöntemlerini adapte ederek, hız ve haz tutsaklığındaki bu kısır döngü içinde daha ne kadar dönebileceğiz?
Kanımca ancak kendimizi tanımayı; korkunun ve bilginin iktidarına yenik düşmeden, serbest düşünme yöntemleriyle bilgilerimizi sezilerimizle buluşturmayı; varlık olarak “olmak” ve sosyo ekonomik, kültürel bir varlık olarak “sahip olmak” arasındaki farkın farkındalığındaki bir zemin üzerinde, hız ve haz tutsaklığındaki kısır döngüden çıkarak, yavaşlamayı; hayatımızın merkezine koyduğumuzda, yukarıda sözünü ettiğimiz konsantrasyon ve meditasyon teknikleri aracılığıyla farklı bir süreci başlatmak mümkün olabilir!
Yukarıda açıklamaya çalıştığım “bakış açısıyla” sizlerle paylaşmayı tasarladığım yazıların ve görsellerin içeriği, psikanalist, yazar Engin Geçtan’ın ifadesiyle “Dünyaya olmaması gerekenlerin yaşandığı bir yer olarak bakıp ona yabancılaşmak yerine, olmakta olanları anlama çabalarıyla, deli bir dünyaya deli gözüyle bakmaya çalışmak!” olarak özetlenebilir. Bu yöntem bana sanki daha akıllıca ve eğlenceli gibi geliyor…