RÖPORTAJ: ALEYNA TEPE İPER
In partnership with Wings

Yoga çoğu zaman bir beden pratiği olarak görülse de, aslında sinir sisteminden inanç sistemlerine, bireysel dönüşümden kolektif farkındalığa uzanan çok katmanlı bir yolculuk! Bu yolculuğun Türkiye’deki öncülerinden biri olan Zeynep Aksoy ile 90’lı yıllarda New York’ta başlayan ve Hindistan’a uzanan yoga serüvenini konuştuk. Sadece pratikle değil, bilgiyle, gözlemle ve şefkatle derinleşen bu yolculukta yoganın zamanla nasıl evrildiğini, geleneksel sistemlerin hangi noktalarda sorgulanması gerektiğini, sinir sistemiyle bağlantılı bir dönüşümün neleri mümkün kıldığını ele aldık. Zeynep Aksoy ile gerçekleştirdiğimiz bu içten sohbet, bireysel uygulamaların ötesinde kolektif bir uyanışa da alan açıyor!


Yoga pratiğinizin temelleri 90’lı yıllara kadar dayanıyor. İlk yıllarınıza dönüp baktığınızda, sizi bu yola çıkmaya motive eden temel değerler nelerdi? Zamanla amacınız ya da motivasyonunuz nasıl şekillendi?

Küçük yaştan itibaren, ailemin hiç dindar olmamasına, hatta ateizme yakın bir çizgide durmalarına rağmen ben her zaman dua eden, Allah’a inanan bir çocuktum. İngiltere’de yaşarken İsa’ya inandığımı söylüyordum; Japonya’da ilkokulu bitirdiğimde ise Buda’ya inandığımı… Her zaman mistik yönü kuvvetli biriydim. Geceleri yıldızlara bakar, “İnsan olmak ne demek, niye buradayız?” gibi temel soruları kendime sorardım.

New York’ta yaşadığımın dönemde erkek arkadaşım Buda’nın felsefesinden hoşlandığımı biliyordu, “Ancak bu konuda ne yapıyorsun ki?” sorusu içimde bir kıvılcım yaktı. Bu felsefi sevdanın bir pratik olabileceğini idrak ettim ve yoga ile ilgilenmeye başladım. Daha önceleri üniversitede yoga derslerine katılmıştım, donra arkadaşımın halası, beni New York’ta bir yoga dersine götürmüştü. Bu ilk deneyimler garip gelip benimle henüz örtüşmemiş olsa da, belki ilk tohumları ektiler. Erkek arkadaşımın o dürtüsüyle evimize yakın bir yoga stüdyosunda “ilk ders ücretsiz” yazısını görünce East Village’da bir derse girdim. Bu kez her şey yerli yerine oturdu. Dersten etkilenmiş olarak çıktım ve ardından neredeyse her gün yoga yapmaya başladım. Hala ne yaptığımı tam anlamıyla bilmiyordum. Örneğin “nefes al, nefes ver” dediğini hocamın aksanından dolayı anlamamışım.

Derslerden birinde hocamın bir övgüsü hevesimi artırdı, 1996’dan 1998’e kadar neredeyse her gün yoga dersine girdim. Ve zamanla değişim deneyimlemeye başladım; çünkü sinir sistemim değişiyordu. Şimdi geriye bakınca görüyorum ki, yoganın sunduğu bütün beden esnemeleri, nefes çalışmaları, yavaşlamak sinir sistemimi dönüştürmeye başlamıştı. Henüz 20’li yaşlarımdaydım ve ciddi bir rahatsızlığım yoktu ama duygusal dengelenmede ve o sıralar çok ızdıraplı olan regl dönemlerinde bir rahatlama olarak bu dönüşümü deneyimledim.

Bir gün elime Jivamukti Yoga okulunun meşhur takvimi geçti. Gözlerim takvime kilitlendi. “Bu insanlar kim?” diye sordum kendime. “Acaba beni alırlar mı?” diye düşündüğümü hatılıyorum. Hatta beni reddedeceklerini düşündüm! O kadar mükemmel görmüştüm onları… O dönemde iki yıldır Sivananda yoga yapıyordum. Sonra Jivamukti’ye başladım (Üye olan herkesi kabul ediyorlarmış meğer!). Jivamukti merkezinde çeşitli hocalar yoganın felsefesini de dersler sırasında anlatıyorlardı. Jivamukti derslerinde Mantra önemliydi. Ünlü şarkıcı Krishna Das Jivamukti’de her çarşamba mantra geceleri düzenlenirdi. Hareketle beraber felsefe ve mantranın kombinasyonuyla yoganın hayatımda büyük bir rol oynayacağını ve bir meslek olarak bunu seçmek istediğime karar verdim. Jivamukti’de anlatılan felsefe beni öyle ikna etti ki “Ben bu işi meslek olarak yapmalıyım.” dedim kendime. Ardından Türkiye’nin buna ihtiyacı olduğuna inandım. Adeta bir misyon yükledim kendime: “Bu kadar etkileyici bir şeyi Türkiye’ye getirmeliyim.”

Fakat o zamanlar Jivamukti’de eğitim almak çok pahalıydı. Hem 8 ay–1 yıl süren bir süreçti hem de 8000 dolardı, 1990’lardan bahsediyoruz. Benim için bu imkansız bir paraydı. Araştırmalarım sonucu San Francisco’da, It’s Yoga isimli bir merkez buldum. Hem arkadaşımda kalabilecektim, hem 1 aylık bir süreydi hem de uygun fiyatlı bir eğitimdi. Orada ilk Yoga Alliance onaylı eğitimimi tamamladım.

O dönemlerde, 1996-1999 sürecinde, New York’ta yoga yaparken çok fazla yoga merkezi yoktu. Hatta Jivamukti’ye gittiğim sıralarda, Madonna ile yan yana Ashtanga derslerine girip çıkıyordum. Jivamukti çok popüler bir yoga merkeziydi. Christy Turlington orada derslere gelirdi. Hatta Woody Harrelson bir derste üstüme düşmüştü. 90’ların New York’unda yoga patlama yaşıyordu.

Jivamukti yoga merkezinde ayrı bir tarz olarak Ashtanga yoga sunuluyordu. Jivamukti metodunu artık bıraktım ve Ashtanga yapmaya başladım. O dönemin meşhur Ashtanga hocası Eddie Stern’ün Mysore tarzı derslerine gitmeye başladım. Bu değişik bir gelişimdi benim için, çünkü o zamana kadar hep hocanın yönlendirdiği derslere katılıyordum. Mysore tarzında ise herkes aynı odada kendi temposunda uygulama yapıyordu. Sessizlik içerisinde bu şekilde var olmak yeni bir boyut kattı. Ashtanga’nın merkezi Mysore, Hindistan’a gitmeye karar verdim.

O zamanlar büyük bir dönüm noktasıydı, Amerika’da kalabilmek için Green Card’a başvurmam gerekiyordu. O sıralar New School for Research’te yüksek lisansımı bitirmiştim. Belki akademi alanında kalırım diye düşünürken Ashtanga’ya olan bu sevdam beni Hindistan’a gidip ardından Türkiye’de bir yoga merkezi açma vizyonuna yönlendirdi. Bu vizyon benim için çok netti. O sıralarda en yakın arkadaşım Andrew Zionts da yogayı keşfetmişti. Kayak sırasında dizinden sakatlanmış, doktor yoga yapmasını önerince başlamıştı. Zaten biz her hafta görüşen, çok yakın iki arkadaştık. Yoga sevgimiz ortaklaşınca o da dedi ki: “Ben de işi bırakıyorum. Seninle Hindistan’a geliyorum.” Derken hayatımın en büyük, en güzel maceralarından biri başladı. Altı ay boyunca birlikte Hindistan’daydık. Farklı yerlerde denemeler yaptık. İlk durağımız Desikachar’ın ders verdiği Madras’tı. Ancak Desikachar ile buluşmalar sadece haftada bir olacaktı. Biz daha yoğun dersler istiyorduk ve sonunda Mysore’da Ashtanga’nın yaratıcısı Pattabhi Jois ile çalışmaya başladık.

Fakat Pattabhi Jois çok pahalıydı, ayda 500 dolar gibi bir ücreti vardı ve biz de ayda 100 dolar ile BNS Iyengar’la 3 ay boyunca Ashtanga çalıştık. Bu sırada ilk derslerde çabalı bir nefes, sıkıntılı bir beden ile pratikler yapan Andrew’un, haftalar içinde daha çabasız, daha az gürültülü nefes alıp veren, esnek bir insana dönüştüğüne birebir tanık oldum. O sıralar anatomi bilmediğim için onun daha kısa bir sürede kalçalarının neden o kadar esnediğini anlayamamıştım. Oysa ben artık bir yıldır Ashtanga yapıyordum ama kalçalarım bazı pozlarda onun gibi açılamıyordu. Daha sonraları öğrendim ki, yumuşak dokumuz kısa bir sürede gerginliğini kaybediyor. Fakat kemiklerimizin ve eklemlerimizin şekilleri esnekliğimizi belirleyen unsurlardan biri olarak kalıyor. Nitekim daha sonraları Pattabhi Jois’un kelebek pozunda dizlerimi yere bastırıp gövdemi yere itmesi sırasında kalçalarımın esnekliğinin sınırı aşıldı ve sağ kalçamda büyük bir zedelenme yaşadım. O günden beri bu incinmenin etkilerini deneyimliyorum. İşte bu tarz deneyimler benim için “Yogayı nasıl daha optimal uygulayabiliriz?” sorusunu sormamı sağladı. Ayrıca o sıralar hem Pattabhi Jois’un hem de BNS Iyengar’ın kadınlara yanlış biçimde dokunmasına tanık olduk. Bu konuda daha sonraları Pattabhi Jois’un torunu, dedesi adına özür diledi. Bu sırada gözlemlediğim, insanların kendi dinlerini bir kenara bırakıp, Pattabhi Jois gibi birini guru olarak seçerek yeni bir inanç sistemine kendilerine adamaları, bedenlerini ve otoritelerini birine teslim etmeleri büyük soru işaretleri uyandırdı.

Hindistan maceramdaki en önemli deneyimlerden biri de Vipassana meditasyonuydu. Bedenime dair ilişkimde önce yoga hareketleri beni dönüştürmüştü, bu sefer ise bedeni hissetmeye başlamak büyük bir dönüşüm yarattı. İlk kez günde 10 saat oturarak meditasyon yaptım. Çok büyük uyanışlar yaşadım. Bedenimle ilişkim değişti. “Yapmak” yerine, bedenimde “olma hali”ni hissetmeye başladım. Ve sonra, 2000 yılında Türkiye’ye döndüm. İşte 90’lı yıllarımın macerası bu!

Bugün geriye dönüp baktığınızda, geçmişte savunduğunuz bazı yaklaşımları artık farklı ele aldığınızı, zaman içinde bazılarını değiştirdiğinizi dile getiriyorsunuz. Bu süreç sizin için nasıl ilerliyor? Kabul ve değişim. yolculuğunuza nasıl eşlik ediyor?

Paul Grilley, yogayı “bulanık bir resmi zamanla daha berrak görmeye başlamak” olarak tanımlar. Bu tanım benim için çok anlamlı çünkü yoga bir şeyi inşa etmek ya da üst üste eklemek değil, aslında zaten orada olan ama net göremediğimiz bir şeyi yavaş yavaş fark etmek gibi. İlk başta o bulanık resme baktığınızda, örneğin “orada bir fil var” sanıyorsunuz ama zamanla o resimdeki öğenin aslında bir şapka olduğunu anlıyorsunuz. Bu, hem kendimizle hem de bedenimizle olan ilişkimizi daha rafine hale getiren bir süreç.

Son 20 yılda, beden ve anatomi üzerine yapılan bilimsel çalışmaların ve teknolojik gelişmelerin de etkisiyle yogaya dair bilgilerimiz çok daha derinleşti. Travma üzerine edinilen bilgiler de bu dönüşümü destekledi ve destekliyor. Artık biliyoruz ki disiplinle, teknikle, “no pain, no gain” anlayışıyla sonsuza kadar ilerlenemiyor. Evet, bu yollar bir kapı olabilir ama o kapının arkasında kendinle gerçek bir bağ kurmak istiyorsan, bu yaklaşımı aşman gerekiyor. Kendinle ve bedeninle daha derin bir ilişki kurmak için şefkat gerekiyor. Zihninle de öyle. Kendini zorlayarak değil, anlayarak, hissederek ve kabul ederek ilerliyorsun. Eskiden öğrettiğim bazı şeyleri şimdi farklı görmemin sebebi de bu; çünkü o zamanlar ne anatomi bilgimiz vardı ne de sinir sisteminin nasıl işlediğine dair yeterli farkındalığımız. Hocalarımız da bu konulardan hiç bahsetmiyordu.

Yogadaki geleneksel yaklaşımlar; örneğin Iyengar’ın sopayla hizalama yapması ya da Patabhi Jois’un pozlara sokmak için öğrencinin üstüne çıkması gibi, belli bir bağlamda ortaya çıkmıştı. O bağlamda, yani genç Hintli erkekler üzerinde geliştirilmişti bu yöntemler. Ancak bu yaklaşımlar Batı’da, 20’li, 30’lu, 40’lı yaşlardaki kadın ve erkek bedenlerine uygulandığında aynı sonuçları vermiyor. Modern şehirde hayatının bir çoğunu oturarak geçirmiş biri için farklı bir yaklaşım gerekiyor. Bugün yeni bilgiler ışığında görüyoruz ki tek bir doğru hizalanma yok. 2015-2020 yılları arasında yapılan The Hatha Yoga Project araştırması, yoga hakkında birçok varsayımlarımızı ortaya çıkardı. Örnek olarak, çakralarla ilgili sabit bir sistem olmadığını, yedi çakralı yapının aslında Batı’da Carl Jung’un yorumlarıyla şekillendiğini bugün tanıyoruz. Yani Hint öğretilerine ait zannedilen pek çok şeyin kültürel yorumlarla yeniden inşa edildiğini artık biliyoruz ve ilerleyebilmek için tüm bunları konuşabiliyoruz.

Bu süreci “doğru-yanlış” gibi kişisel bir eksende görmüyorum. Fizikte olduğu gibi düşünmek lazım: Bir teoriyi test ediyorsun, sonra başka bir keşif oluyor ve yön değiştiriyorsun. Kuantum fiziğinin keşfi gibi… Önce yanlış bir yöne çalışıldığını fark ediyorsun ve sonra deneylerini yeni yönde yapmaya başlıyorsun. Yoga pratiğine de böyle bilimsel bir yaklaşım getirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Sara Lazar’ın Mindfulness üzerine yaptığı çalışmada olduğu gibi… İlk deneylerinin yanlış olduğunu çünkü deneklerin zaten yoga yapan ya da vejetaryen bireyler olduğunu ve bu durumun sonuçları etkileyebileceğini sonradan fark ettiklerini açıklamıştı. Kim bilir kaç yüz binlerce dolar harcanmıştır ama sonuçta “bu veri güvenilir değil” diyebildiler. Yeni bir deney yapmaları gerekti. Bilimde böyle şeyler olur: Yanlışlar yapılır, sonra daha doğruya ulaşılır. Aynı şekilde bedene dair de yanlış yaklaşımlar olabiliyor. Ancak bu hataları görebilmek, kabul edebilmek ve ilerleyebilmek bilimsel bakış açısının bir parçasıdır.

Yoga da bir bilimdir. Burada yapılan bir hata kişisel bir başarısızlık olarak değil, gelişimin doğal bir parçası olarak görülmeli. Bilim ve spiritüellik aslında birbirini dışlamıyor; tam tersine iç içe geçebiliyor. Travma, sinir sistemi, psikoloji gibi alanlardan gelen bilgilerle yogaya yeniden bakabilmeli, eskiyi gözden geçirebilmeli ve gerekirse yeniden yapılandırabilmeliyiz. Gerekirse o deneyim üzerine inşa edebiliriz, gerekirse tamamen yıkar, yepyeni bir temel kurarız.

Son yıllarda yoga, meditasyon ve nefes teknikleri daha geniş kitlelere ulaştı. Ancak sosyal medyanın da etkisiyle bu yaygınlık, beraberinde yüzeysellik ve kavramsal karmaşa da getirdi. Sizce yoganın, özünden kopmadan geniş kitlelere ulaşabilmesi nasıl mümkün?

Marshall McLuhan’ın dediği gibi, “The medium is the message” yani iletişim aracı, verilen mesajın kendisidir. Bu bağlamda bakarsak, Instagram’da gördüğümüz her şey, yalnızca yoga ya da mindfulness içerikleri değil, kaçınılmaz olarak yüzeysel bir algıyla sunuluyor. Çünkü bu mecranın doğası bu: hızlı, görsel ve çoğu zaman derinleşmeye izin vermeyen bir yapı.

Yani sadece içeriğin ne olduğu değil, nerede ve nasıl sunulduğu da çok belirleyici. Instagram ya da TikTok gibi mecralarda deneyimlenen her şey ister istemez daha yüzeysel kalıyor. Ama bağlamı değiştirdiğimizde, örneğin YouTube gibi daha uzun süreli içeriklere olanak tanıyan platformlarda, derinleşmek için gerçek bir alan açılıyor. Eğer izleyici o içerikle tekrar tekrar buluşur, zaman tanır ve araştırmaya devam ederse, orada gerçek bir derinleşme mümkün olabiliyor.

Bu yüzden online içerikler, kayıtlar ya da dijital ortamdaki kaynaklar yüzeysel olmak zorunda değil. Önemli olan, o içeriklerin nasıl sunulduğu ve izleyenin o bilgiye nasıl yaklaştığı. Eğer bir şeyi kısa, “hap bilgi” gibi sunmaya çalışmıyorsan ve insanlar da gerçekten derine inmeye hazırsa, sosyal medya ya da online platformlar üzerinden de anlamlı ve derin bir öğrenme gerçekleşebilir.

Yavaşlamak, yalnız kalmak, sessizleşmek… Bugünün dünyasında çoğu zaman bir kaçış gibi algılanıyor. Oysa siz bunların evrenle bağ kurmanın en güçlü yolları olduğunu söylüyorsunuz. Sizce neden bu alanlara bu kadar mesafeliyiz ve nasıl yeniden yaklaşabiliriz?

Benim önerdiğim şey: sessiz kalmak, yalnız kalmak, biraz kendini dinlemek, yavaşlamak, herkes için uygun olmayabilir. Özellikle depresif olan ya da zaten insanların arasına çıkmaktan çekinen bir kişi için bu yönlendirme uygun bir yol olmayabilir. Çünkü her teknik, her öğretmen herkes için çalışmaz. Hiçbir yöntem herkesi kapsamaz, her duruma uymaz.

Bir şeyi önerdiğimde, kendi içten deneyimime dayanarak öneriyorum. “Bu benim için işe yaradı,” diyorum. Eğer ki seyirci benimle bağ kuruyorsa, bu yaklaşımı kendisi de içselleştirebilir. Bir nevi, ihtiyacın olan hoca karşına çıkıyor misali… Biz hoca olarak hepimiz kısıtlı bir bilgi sunabiliyoruz ve sosyal medyada bu daha da sınırlanıyor. Fakat önemli olan orada o hocayla bağ kurmak oluyor. Bağ kurulduğunda o hocayla daha uzun dönemli ve daha kapsayıcı öğrenme süreci başlayabiliyor.

Günümüzde yoga, mindfulness, nefes ve somatik alanlarda çok sayıda eğitim sunuluyor. Neredeyse herkes ya bir eğitmenlik programına katılıyor ya da eğitim vermeye başlıyor. Sizce bu çeşitlilik alanı gerçekten zenginleştiriyor mu, yoksa özüyle çelişen bir yüzeyselleşmeye mi neden oluyor?

Tıpkı sanatta da olduğu gibi, çok fazla kişi bu alanla ilgileniyor ama geriye baktığımızda bir Monet, Picasso zamanın testini geçebiliyor. Yoga’da da tıpkı böyle, kimilerinin çok başarılı olup yogayı ileri taşıyabilmeleri için ortamın sıcak olması gerekiyor. 10 binlerce kişi yogayla ilgilenince o sıcak ortam olabiliyor. Çok talep olması gerekiyor ki alan da ilerlesin, gelişsin.

Rekabet oldukça, hocalar da kendilerini ilerletmeye çalışıyorlar ve sonra da dallanmalar başlıyor. Kimi yoganın akrobatik yönünü, kimi terapötik yönünü öne çıkarıyor. Belki 20 sene önce birkaç tane hoca ve yalnızca yoga vardı. Bugün “Yoga tarzı nedir? Dersin içeriği nedir?” detaylarını sorabiliyoruz. Böyle bir ortamda gerçek yaratıcılık ortaya çıkıyor ve insanlar doğal olarak ayrışmaya, parlamaya başlıyor.

Uzun yıllara dayanan tecrübenizle, yalnızca bireysel değil, kolektif düzeyde de pek çok dönüşüme tanıklık ettiğinizi düşünebiliriz. Bugün baktığınızda, sizce toplum olarak en çok nerelerde sıkışıyoruz? Hep birlikte iyileşmeye ihtiyaç duyduğumuz temel temalar neler olabilir?

Dikkatimizi nereye verdiğimiz çok önemli. Bu yüzden zihni dönüştüren meditasyon çalışmaları, bedeni de işin içine alan farkındalık pratikleri çok değerli. Bu sayede kendi zihnimizde ustalaşmaya başlıyoruz ve artık otopilotta yaşamıyoruz. Hayatımıza bir anlam katması için bir “mana” gerekiyor. Bunu kimse söyleyemez, bizim bulmamız gereken bir şey. Hepimizin kendi yolculuğu var, bir tür “kahramanın yolculuğu” ve bu yolu biz çizmek zorundayız.

Dolayısıyla bence günümüzde dikkatimizi vermemiz gereken şey bu: Zihnimizi ve dikkatimizi nasıl kullanıyoruz? Nerede mana buluyoruz? Eskiden okumak ve başarılı olmak önemliydi. Annemiz, anneannemiz buna değer veriyordu. Günümüz de çocuklarımıza öğretmemiz gereken şey; gerçek olanla geçici olanı ayırt edebilmek. Onlara odaklarının ne kadar kıymetli olduğunu ve bu odağın nasıl çalınmaya çalışıldığını anlatmak gerekiyor. Ve en önemlisi, kendi zihinlerinin ustası olmalarını sağlayacak yolları gösterebilmek. Çünkü artık en iyi eğitimi alan bile kolayca iş bulamıyor. O eski zamanlar geçti. “İyi bir okuldan mezun ol, hemen iş bul” devri geride kaldı. Farklı bir dünyadayız. Ve bence artık odaklanmamız gereken şeyler de tamamen değişti.

Bugün “manifestation” kavramı oldukça yaygın ama çoğu zaman sadece pozitif düşünceye indirgenmiş halde sunuluyor. Oysa siz, bu sürecin sinir sistemiyle ve bedensel regülasyonla doğrudan ilişkili olduğunu anlatıyorsunuz. Manifestation sizin yaklaşımınızda ne anlama geliyor ve nasıl işliyor?

Anbean manifestation yaşıyoruz. Zaten birçok bilim insanı da bu dünyanın bir simülasyon olduğu yönünde konuşuyor. 2022 yılında Nobel Ödülü’nü kazanan üç fizikçi Alain Aspect, John Clauser ve Anton Zeilinger, şu anda gördüğümüz, deneyimlediğimiz dünyanın aslında sadece bir arayüz olduğunu ortaya koyuyor. Tıpkı telefonda Safari’ye tıkladığında gördüğün bir düğme gibi. Safari sadece bir ikon değil; onun arkasında çok büyük bir ağ var. Bilim insanları, “Bizim duyularımızla algıladığımız bu dünya da tıpkı o ikon gibi sadece bir arayüz” diyor. Gerçeğin kendisini görmüyor, işitmiyor, deneyimlemiyoruz. Bu sadece bir temsil. Bunun arkasında başka bir yapı var.

Bir Harvard profesörü Lisa Feldman Barrett, bir Ted Talk konuşmasında şöyle söylüyor: Zihin gerçeği deneyimlemiyor, sürekli tahmin ediyor. Çocukluğumuzda oluşan ilk deneyimler, beyin yapılarımızı şekillendiriyor ve bu yapı daha sonra gerçekliği sürekli olarak yeniden üretiyor. Yani zihnimiz durmadan bir şeyleri “manifest” ediyor.

Manifestation süreci oturup bir şeyler istemekle sınırlı değil. Her an, sürekli olarak bir manifestation halindeyiz. Freud’un dediği gibi, zihnin %95’i bilinç dışı. Dolayısıyla, oturup bilinçli zihnimizle düşündüğümüz, hayalini kurduğumuz şeyler, aslında çok küçük bir alanı kapsıyor. Esas yaratım, bilinçdışındaki inanç yapılarından geliyor. Eğer sadece düşünerek manifestation yapabilseydik, birkaç meditasyonla hepimiz milyoner olurduk. Ama öyle işlemiyor. Çünkü sadece istemek yetmiyor. Gerçekten olmuş gibi hissetmek gerekiyor. Ama bu da sinir sistemiyle yakından ilgili. Yani yılların birikmiş gerginliği varsa, sinir sistemi “kaç-savaş” modundaysa, fasya da gerginse; sen oturup “rahatladığımı hayal ediyorum” desen bile beden rahatlamıyor. Gerçek bir dönüşüm için bedenle ve sinir sistemiyle çalışmak gerekiyor.

Mesela nefesi düzenlemen gerekiyor. Karbondioksit toleransını artırmalısın. Nefesin yavaşlamalı. Eğer dakikada 25 kez nefes alıp veriyorsan, sinir sistemine sürekli “tehlikedeyim” sinyali gönderiyorsun. Ama nefes üzerinde çalışırsan, sinir sistemin değişmeye başlıyor. Ve bu değişim, beyin yapılarında da dönüşüm yaratıyor.

Terapi, yoga, mindfulness… Hepsi zaten manifestationla ilgili. Ayrı şeyler değiller; çünkü seni eski düşünce kalıplarından çıkararak isteme biçimini dönüştürüyorlar. Sadece para istemek değil, paranın ne demek olduğunu bile sorgulatıyor. Çünkü bolluğun nereden geleceğini bilmiyoruz. Başarıyı neye göre tanımladığımızı bile bilmiyoruz. Hep sınırlı kalıplar içindeyiz. Ama bütün bu pratikler, o kalıpları esnetiyor. Farkında olsak da olmasak da her an manifest etme halindeyiz.

Sosyal medya yogayı nasıl şekillendiriyor? Sizce bu alanların yogayı destekleyen tarafları da var mı?

Maslow’un “çekiç” diye bir kavramı var. Diyor ki “Eğer elinde bir çekiç varsa, her şeyi çivi gibi görmeye başlarsın.” Yoga dünyasında da bunun yansımalarını görebiliyoruz. Örneğin bazı doktorlar her şeyi ilaçla çözmeye çalışabiliyor. Benzer şekilde, yoga hocaları da yalnızca bir metot öğrendiklerinde her soruna o teknikle yaklaşabiliyorlar: “Bu nefesi yaparsan iyileşirsin” “Bu pozu yaparsan şu rahatsızlığa iyi gelir” gibi…

Ancak artık bu yaklaşımın dönemi değişmeye başladı. Çünkü insanlık tarihinde ilk kez bu kadar çok farklı tekniği aynı anda inceleyebileceğimiz, karşılaştırabileceğimiz bir dönemdeyiz. Yüz yıl önce İstanbul’da bir yoga hocası bile yoktu belki. Varsa da onun bildiği ve öğrettiği yöntem, “yoga” demekti bizim için. Fakat son 20-30 yılda farklı metotların varlığını, bu metotların nasıl işlediğini görebiliyoruz. Artık o zor soruları sorabiliyoruz: “Bu yöntemi nereden öğrendiniz?”, “Neden böyle yapıyoruz?” Eskiden guruya bu tarz sorular sorulmazdı.

Bugün bir entegrasyon çağına girdik. Bu çok kıymetli. Çünkü bazen bir ilaç gerekir. Bazen nefes çalışmasıyla çözülür bir şey. Bazen psikoterapiye ihtiyaç vardır. Bazen sadece bir dost sohbetinde, bir konuşma çemberinde iyileşme yaşanabilir. Bazen de zihin gücüyle dönüşüm olur. Dolayısıyla, “tek bir yöntem her şeyi çözer” demek, son derece indirgemeci ve hatta tehlikeli bir bakış olur. Belki bizim kendi yolculuğumuzda bir metot çok işe yaramıştır. Belki o anda ihtiyacımız olan şey oydu; hoca bizi onurlandırdı, destekledi ve çok iyi geldi. Hatta beden tipimize çok uygundu. Mesela kalça bölgesinde genetik olarak esnek olan biri, kalça açıklığına dayalı bir yönteme daha kolay adapte olabilir. O zaman o yöntemi sahiplenir, yıllarca uygular, hatta onu öğretir. Ama şunu unutmamak gerekiyor: Her metot herkese iyi gelmeyebilir. Her şeyin çözümü bizim yöntemimizde olmayabilir.

Bir başka önemli mesele de şu: Yoga hocaları bazen sadece bir teknik üzerinde uzmanlaşıp sonrasında buna psikoloji ve ezoterik kavramları da ekliyorlar. Öğrendiği bir seri, kendi bedenini rahatlatmış, fasyasını açmış olabilir. Ama bir danışan psikolojik bir sorunla geldiğinde, “Bu yoga pratiğini yeterince yaparsan geçer” demek ciddi bir risk taşıyor. O kişiye, “Bir terapiste gitmelisin, bir uzmana görünmelisin” diyebilmek gerekiyor.

Yoga her ne kadar bir yaşam tarzı gibi görülse de psikolojiyi, inancı, bedeni, beslenmeyi kapsadığını iddia etse de bizim pratikte sunduğumuz şey genellikle hareket, nefes ve biraz da meditasyon oluyor. Bu her zaman yeterli değil. Örneğin kardiyovasküler sistemin çalışması da çok önemli. Eğer sürekli esneklik üzerine çalışıyorsak ama bel bölgesinde stabilite yoksa, kişi zayıf kalabilir, bedeni çökmüş olabilir. Bazen birine açıkça şunu demek gerekir: “Bedeniniz çok yumuşamış, fazla gevşemiş. Belki daha fazla esnemek yerine pilatese gitmeniz daha faydalı olur. Ama ben size nefes ve meditasyon konusunda destek verebilirim.” Yani artık herkesin masaya oturduğu bir dönemdeyiz. Sosyal medyanın da katkısıyla farklı uzmanlık alanları bir araya gelebiliyor. Daha önceleri ayrı dallar olarak görülen yoga, sinir bilim, beslenme ve terapi gibi alanların sosyal medyanın da etkisiyle bir araya gelmesi, sosyal medyanın olumlu etkilerinin başında.


Wings ile hayatınıza değer katmaya, alışveriş keyfini ayrıcalıklara dönüştürmeye hazır mısınız? Siz de Wings’in ayrıcalıklı dünyasına katılmak ve size özel programlarını incelemek için link üzerinden başvurunuzu yapabilirsiniz!



Aleyna Tepe İper

1997 yılında İstanbul’da doğan Aleyna, Bilkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra, insanı anlama tutkusunu pazarlama, marka yönetimi, yazarlık ve içerik üretimi gibi yaratıcı alanlara taşıdı. Bugün psikoloji bilgisini yaratıcı üretim süreçleriyle harmanlayarak, marka ve içerik yöneticisi olarak çalışıyor. Aynı zamanda yazıları aracılığıyla ilham vermeye, deneyimlerini paylaşmaya ve keşfetmeye devam...



BLOOM SHOP