
Modern beslenme kültüründe birkaç sene öncesinde hiç tahmin edemeyeceğimiz yeni bir trend kendini göstermeye başladı: Et ağırlıklı beslenmeye geri dönüş. Hayvansal proteinleri önceliklendiren “carnivore” yani etobur diyetler, kemik iliği suyu, kolajen, kolostrum gibi hayvansal bazlı takviyeler bir zamanların iyi yaşam simgeleri haline gelmiş yeşil suların, rengarenk kaselerin yerini almaya başladı. Bu geçişin temelinde de modern beslenme şeklinin yeni yeni kronik hastalıklara davetiye çıkardığı bu nedenle biz insanların eskiye, atalarımızın beslenme şekline geri dönmesi gerektiği inancı yatıyor. Bir nevi hayvansal proteinlerin yeniden popüler olmasının nostaljik bir yanı da bulunuyor. Peki gerçekten de insanlığın beslenme tarihi içerisinde atalarımız günümüzden yani bizlerden daha iyi mi besleniyordu? Çözüm hayvansal protein tüketimimizi arttırmaktan mı geçiyor?
Kısa kısa: İnsanlığın beslenme tarihi
Beslenmenin tarihine dair yapılan tüm araştırmalara göre yaklaşık 2,6 milyon yıl önce insanlar, avcı-toplayıcılar olarak yabani bitkileri, yemişleri, kökleri ve tabii ki bulabildikleri hayvanları yiyor, beslenme biçimleri bulundukları coğrafya ve iklim koşullarına göre çokça değişiyordu. Bu zamanlarda dünyaya yayılmış bazı topluluklar yaşadıkları çevrenin verimliliğine bağlı olarak daha çok bitki bazlı veya daha çok hayvansal et bazlı besleniyordu. Kırmızı et de içerdiği protein ve yağ miktarı sayesinde atalarımızın beyinlerinin gelişmesine yardımcı oluyordu. Bundan yaklaşık 1 milyon yıl sonra ise ateş bulundu ve atalarımız yemeklerini ilk kez pişirmeye başladı. Isı, besinlerden alınan mikro ve makro besin değerlerinin yükselmesine yardımcı olarak atalarımızın daha büyük beyinler ve daha küçük bağırsaklar geliştirmesine vesile oldu. Daha sonra atalarımız Afrika kıtasından çıkarak tüm dünyaya yayılmaya başladılar. Bazı topluluklar deniz ürünleri ağırlıklı beslenmeye kimileri daha çok meyve kimileri ise daha çok büyük baş hayvanlar tüketmeye yöneldi. Tarım devrimi ve yerleşik hayata geçişle atalarımızın karbonhidrat tüketimi de ciddi ölçüde arttı. Gıdaya erişimin daha güvenli ve daha sürdürülebilir hale gelmesi, insan nüfusunu arttırdı. Bundan yaklaşık 7 bin yıl önce bazı topluluklarda ilk “genetik farklılaşmalar” görülmeye başlandı. Kimi gruplar hayvansal sütü diğerlerinden daha iyi sindirebilmeye başladı. Tahıl ağırlıklı beslenen gruplarda ise nişastanın sindirimi iyileşti.
500 sene önce yeni kıtaların keşfi ile patates, mısır, şeker pancarı ve domates tüm dünyaya yayıldı. Karbonhidrat ve şeker tüketimi gittikçe yaygınlaşmaya başladı. Sanayi Devrimi de beyaz unun, şekerin, uzun ömürlü yağların toplu miktarlarda üretimine katkıda bulundu. Beslenme biçimindeki mikro besin ve lif oranı da giderek düşmeye başladı. 1950’lerde ise ilk defa ultra işlenmiş gıdalar ortaya çıktı. Endüstriyel yağlar, koruyucular, şeker eklentileri gıda sektöründe bir endüstri standardı haline geldi. Obezite, Tip 2 diyabet, kardiyovasküler hastalıklar, metabolik sendromlar Batı diyetini izleyen ülkelerde yaygınlaştı. Günümüzde ise beslenme kültürü “mikro-makro”, “gerçek-ultra işlenmiş”, “sezgisel-dürtüsel” gibi birçok zıtlığı bir arada bulundurmaya, çoğu kronik hastalığın hem tetikleyicisi hem de bir çözümü olmaya devam ediyor.
Atalarımız bizden daha iyi mi besleniyordu?
Beslenme tarihi ile obezite, diyabet gibi kronik hastalıkların gelişimini beraber incelediğimizde atalarımızın bizden daha iyi beslendiğini düşünmek aklımıza çok yatıyor. Bu nedenle özellikle sosyal medyada birçok insan “avcı-toplayıcı” gibi beslenmenin yani hayvansal et tüketimini arttırmanın veya tamamen etçil olmanın içinde bulunduğumuz beslenme krizinden tek çıkışımız olduğunu dile getiriyor. Nitekim öne sürdükleri bu teoride küçük bir yanılgı bulunuyor. Atalarımız sadece hayvansal gıdalarla beslenmiyordu.
Tüm kanıtlar bize gösteriyor ki aslında tek bir “ata” diyeti bulunmuyor. İnsanlar uzun yıllar boyunca çok çeşitli ama hepsi gerçek gıdalar tüketerek beslenmiş, diyetlerini coğrafyalarına, yaşam koşullarına ve iklimlerine göre uyarlamışlar. Beslenmenin bütünsel sağlığı etkilemeye başlaması ise et ürünlerinden uzaklaşmamızla değil ultra işlenmiş gıdaların hayatımıza girmesi ile paralel gelmiş. Eğer atalarımız bizden iyi besleniyorsa bu lif açısından zengin gerçek gıdaları mevsimsel olarak yemelerinden ve bolca hareket etmelerinden kaynaklanmış, sadece hayvansal et tüketmelerinden değil.
Hayvansal protein gerçekten de sağlıklı beslenmenin merkezinde mi?
Et yemenin inkar edilemeyecek birçok sağlık getirisi bulunuyor. Hayvansal gıdalar, beyin başta olmak üzere tüm organların sağlıklı gelişimi ve işleyişine katılıyor. Metabolizmanın, bağışıklığın güçlenmesini, kasların onarılmasını sağlıyor. Hayvansal proteinler insanlar için hayati önem taşıyan 9 temel amino asidin hepsini bulunduruyor. Bu nedenle “tam” protein kaynağı olarak görülüyor. Bu kadar amino asidi bitkisel proteinlerden almak için birden çok çeşidi beraber tüketmek gerekebiliyor.
Bunun dışında hayvansal proteinler hücre sağlığı ve hormon salgısında önemli rol oynayan doymuş yağ asitleri açısından da çok zengin. Deniz ürünleri buna ek olarak başka hiçbir gıda ile yeri tutulamayan EPA ve DHA Omega-3 doymamış yağ asitlerini bir arada bulunduruyor.
Hayvansal proteinler makro besin kadar mikro da içeriyor. Beden tarafından hemen kullanılmaya hazır formda demir, B12, A vitamini, D vitamini, çinko, selenyum ve kolojen bulunduruyor. Tüm bu vitamin ve mineraller de bütünsel sağlığın ve iyi olma halinin korunmasında hayati rol oynuyor.
Günümüzde neyi yanlış yapıyoruz?
Hayvansal bazlı beslenme biçiminin bir iyi yaşam trendi olarak yeniden hayatlarımıza girmesi ultra işlenmiş gıdaların, katkı maddelerinin domine ettiği modern beslenme kültürüne tam bir anti tez oluşturuyor. Birçoğumuz bu karmaşının içerisinde daha basit, ulaşılabilir, sağlıklı ve bize kendimizi iyi hissettirecek bir beslenme biçimi arıyoruz. Nitekim “atalarımız gibi” beslenmenin sadece kırmızı et yemek olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. İnsanlık tarihi boyunca benimsenmiş diyetlerin büyük bir kısmı hem hayvansal hem de bitki bazlı beslenmeyi kapsayan omnivore yani hepçil diyetlerdi.
Günümüzde de bitkisel ve hayvansal gıdaların arasındaki sinerjik etkiyi yani beraberken tek tek yarattıkları etkiden daha büyük bir etki yaratabildiklerini biliyoruz. Örneğin bitkilerden alınan C vitamini kırmızı etin içerisindeki demiri, sütten veya yoğurttan alınan yağ asitleri ise bitkilerin içerisindeki D vitaminini daha biyo-aktif hale getiriyor! Bu nedenle de tamamen etçil bir diyet sanıldığı gibi ne atalarımızın beslenme biçimini ne de modern tıbbın bize gösterdiklerini yansıtıyor.
Günümüzde birçoğumuzun yaşadığı besin değeri eksiklerinin, beslenme bozukluklarına bağlı çıkan kronik hastalıkların temelinde ise etten uzaklaşmamız değil, rafine karbonhidrat ve işlenmiş gıdalara olan bağımlılığımız ve endüstriyelleşmiş tarım ve hayvancılık sektörleri yatıyor. Yediğimiz gıdaların içerisindeki besin değerleri yanlış tarım ve hayvancılık pratiklerimiz yüzünden giderek azalırken bizler de gittikçe daha kötü beslenme alışkanlıkları ediniyoruz. Nitekim ata diyetine dönüş gibi trendler hepimize daha iyi beslenmek için önümüzde bir şans olduğunu; en eski zamanlardan bu yana biz insanlara hayat vermiş, gelişmemize destek olmuş gıdaların hala bizler için en doğru seçimler olduğunu hatırlatıyor.