“İfade edilmemiş, topraklanmamış, özümsenmemiş duygular yok olup gitmiyor. Elektrik sisteminde dönüp durmaya devam ediyorlar; çıkış yolu bulana kadar. Kuşaklardan aktarım da bu yüzden oluyor.” diyerek özetliyor kuşaklar arası travmayı Feride Gürsoy. Yaşam onu ilk yoga ve meditasyona daha sonra Şamanizm’e ve aile dizimine götürdükten sonra zihinsel sağlık ve beslenme üzerine yaptığı eğitimler ile tüm eksik parçalar yerine oturuyor. Artık şunu biliyor; atalarımız geçmişimizde bıraktığımız kişiler değil, bizlerin kemikleri, bedenleri, ruhları. Hepimiz hala aynı sistemdeyiz. Peki geçmişte yaşanan tüm bu acılardan, travmalardan nasıl iyileşebiliriz? Atalardan aktarılan travmalar nedir farkına varmak daha sonra soy dizimi ile negatif duyguların yaşanmasına izin vermek hepimiz için çıkış yolu olabilir.


Bize kendinizden bahsedebilir misiniz? 

Sancılı bir çocukluk geçirdim. En küçük çocuktum. Annem ve babamın, her ikisinin de ikinci evliliklerinden doğan bir çocuktum dolayısıyla benden büyük bir ablam ve abim vardı. Yoğun ergen krizlerinin yaşandığı bir evdi. Bundan dolayı olsa gerek daha küçük yaşta psikolojiye merak sardım; anlamak istedim bu insanları, bu kavgaların nedenlerini. İlk 30 sene hayatımın bir arayış içinde geçti. Bir anlam bulmaya çalışıyordum. Bu arayışım beni meditasyona, yogaya götürdü. Daha Türkiye’de bu gibi şeyler yeni gelişiyordu. Gezi fotoğrafçılığına merak saldım, asıl ilgim Şamanizm’di. Yol beni Hindistan’a, Moğolistan’a götürdü. 30’umdan sonra eğitimler almaya başladım; ailemi kendimi anlamak için. Bu da beni her ne kadar isminde tepkili olduğum “aile” kelimesi geçse de aile dizimine getirdi. Şamanik eğitim yatkın olduğum bir yanım olmasına rağmen zihnim ile uçurum vardı; şifanın nasıl ve neden gerçekleştiğini algılayamıyordum.

Aile dizimini bulunca aslında özünde bir enerji çalışması olduğunu, özünde Şamanik bir çalışma olduğunu gördüm. Aile dizimi bana bu enerji çalışmalarının nedenini ve nasılını verdi. Bilinçaltında bu dinamikler oluyor çünkü hikayeler bunlar. Daha sonra hep bu konuda çalıştım, 2000’li yıllarda 10 yıl eğitimini aldım. Bir yandan da şifalı bitkilere meraklıydım, aynı zamanda sağlık, fonksiyonel beslenme eğitimi de aldım. Sinir sistemini bilmek de enerji çalışmalarına çok destekleyici oldu. Bulmacanın eksikliklerini tamamlandı. 

Aile dizimini diğer çalışmalar ile sentezleyince kolektif travmalara yöneldim. Dizimlerde de enerjiyi takip etmeye başladım. Deneyimlerim, tecrübelerimle algım da genişlemeye başladı. Yeni içgörüler, algılar kazanıyorum. Şunu anlıyorum ki atalar dediğimiz aslında geçmişte kalmış, bitmiş şeyler değil. Bunlar bizim kemiklerimiz, bedenimiz; onlar hala biziz. Aynı sistemdeyiz. Dolayısıyla soy dizimi geçmişi gidip orada bir şeyleri şifalandırmak değil; bu bedenin derin katmanlarına inip, (çünkü geçmiş burada) bizi en temelden etkileyen kısımlarda ne gibi akışlar, blokajlar, boşa akışlar var ve nasıl düzenleyebiliriz görmek. 

Atalarımız dediğimiz kişiler altyapımız; evimizin tesisat sistemleri. Atalar ile yaptığımız çalışmalar ile bu altyapıyı iyileştirmek; blokajları, kaçakları görmek kaynaktan gelen yaşam enerjisini arttırmak ve hayat kalitemizi yükseltmektir. 

Atalarımız ne gibi durumlar yaşadığında bu bizim hayatımızı etkileyecek boyutta kaçaklara, blokajlara yol açıyor?

Bir evdeki elektrik sistemi bir voltaj üzerinden çalışıyor. Eğer bir yıldırım düşerse bu elektrik sisteminden geçerek ona bağlı çalışan tüm eşyaları patlatır. Travma bu demek. Bizim sinir sistemimizin kaldırabileceğinden daha büyük, yüklü bir duygusal enerji çok hızlı bir şekilde bize gelirse, bizim de bunu özümseyecek, topraklayacak gücümüz henüz yoksa, bu bizde bir travma yaratır. 5 yaşında anne baba kaybetmek ile 40 yaşında anne baba kaybetmek aynı değildi. Fakat ister 5 ister 50 yaşında tüm sevdiklerini, evini savaşta kaybetmek aynı büyüklükte bir acı yaratabilir. 

Travma tanımı kişinin o olayı nasıl yaşadığı ile bağlantılıdır. Birisi için travma olan başkası için olmayabilir. Kolektif travmalar ise; savaşlar, zoraki göçler, katliamlar, soykırımlar, depremler kısaca büyük kayıplar herkes için travmaktiktir. 

Türkiye’nin köklü tarihinde çok ciddi acılar var. Bunlar kendilerini nasıl gösteriyor?

Anadolu çok yüklü bir yer. Topraklarında bir enerjisi var. Üzerinde yaşayan herkese yansıtırlar. Fay hattı üzerinde olan Anadolu çok hareketli bir toprak, oradaki insan tarihi de; savaşlar, soykırımlar, darbeler, işkenceler, haksızlıkların, gereksiz ölümlerin hiç bitmediği bir yer. Ben aynı zaman İsveç’te yaşıyorum ve burası oldukça farklı. Buranın da toprakları çok uzun yüzyıllar boyunca buzlar altında kalmış. Dolayısıyla burada da duygusal enerji çok donuk. Türkiye ile çok farklı. Topraklar orada doğan insanların hamurunda etki bırakır. Burada Aile Dizimi yaptığımda tüm uğraşım duyguları ortaya çıkarmak, ifade etmek üzerine. Türkiye’de ise duyguları yatıştırmak, duyguları nasıl bilinçle harmanlayarak özümseyebiliriz üzerine. 

Aynı zamanda travmanın doğasında tekrar var. İfade edilmemiş, topraklanmamış, özümsenmemiş duygusal topaklar yok olup gitmiyor. Elektrik sisteminde dönüp durmaya devam ediyorlar; çıkış yolu bulana kadar. Kuşaklardan aktarım da bu yüzden oluyor. Bu kendi hayatımızda da yaşanıyor. Örneğin küçüklüğünde trafik kazası geçirmiş ve hayatı boyunca arabalardan korkmuş bir kişinin araba kazası geçirme riski daha fazla oluyor. Daha az olmuyor. Japonya’nın nükleer travmaları da bir diğer örnek; atom bombasında sonra Fukusihima’yı yaşıyorlar. Belli döngülerde oluyor bu. Travmaların tekrar döngüsü var. 

Ailedeki depresyon geçmişine bakıyorlar ve jenerasyonlar arası kişilerin neredeyse aynı yaşlarda ilk defa depresyona girdiğini görüyorlar. Zamanlamalar bile aynı oluyor. Bu nasıl olabilir?

Soy Sendromu isimli kitapta yazarın çalışmaları sonucu Fransa’daki hastaneler ameliyat tarihi verirken anne babanın ölüm tarihini soruyorlar ki aynı güne ameliyat tarihini vermesinler. O tarihlerde ölme riskiniz daha yüksek çünkü!

Enerjetik yapıyı görmediğimiz ve sadece gördüklerimize inandığımız bir çağda yaşadığımız için bu örüntülerin farkına varamıyoruz. Bu yeni çağ ile beraber örüntüler daha su yüzüne çıkıyor. Şamanik toplumlarda bize uçuk gelen tüm bunlar aslında gerçeğin daha büyük bir bölümü. Görünür dünyadan daha büyük bir dünya görünmez olan. 

Ne zaman bu örüntüleri görememeye başladık?

Endüstriyel devrim ile tüm hayatı bir bütün olarak görmekten parçalara inmeye, makine olarak görmeye başladık. Bu da insanın, bilincin evrim sürecinde belki de gerekli bir etaptı. Bunun da büyük getirileri oldu. Sırf enerji ile ilerleyen zamanda bir sürü batıl inançlar, gereksiz kültler, insan kurbanları gibi bir sürü yanlışlar vardı. Bunlardan uzaklaşmak, her birini sorgulamak ve belki farklı bir anlayış ile geri dönmek çok daha iyi olacak olabilir. 

Günlük yaşamımda yaşadığım sıkıntıların kuşaklardan gelen bir travma sonucu yaşandığını nasıl anlayabilirim?

Uzun ilişki kuramıyorum her biri 6. ayda sona eriyor çünkü anneannemin çok sevdiği bir nişanlısı askerliğinin 6.ayında vurularak öldürülmüş. Örneğin böyle bir bağı kurmak birinci adım. Bilinçli olarak farkına varmak. Fakat bilinç ilişkilerin daha uzun sürmesine katkıda bulunmuyor. Çünkü zihinsel farkındalık ile bedensel, duygusal farkındalık arasında fark var. Bir şeyin dönüşebilmesi için hissedilmesi lazım. Sadece zihin yeterli değil. Bedene yansımış travmalarda aile dizimine gidiyoruz. Bağlantıyı yaşıyoruz. Anneannenin yerine geçiyoruz. Kalan süreci iki şekilde anlatabiliriz; Şaman ve Somatik deneyimle yani Doğu spiritüelliği ile Batı anlayışından.

Doğu’dan gidersek anneannenin çok sevip de konuşamadığı ilk sevgilisi ile yaşadığı tamamlanamama duygusu, hasreti yaşadığı zorluklardan hep kaçtığı yer oluyor. “O ölmeseydi hayatım başka olacaktı.” Kaderini kabul etmemek var. Bu duygu ile öldüğümüzde ise Şamanizm’e göre arafta kalıyoruz. Gözümüz yaşanamamışta kalıyor. Anneanneye gidiyoruz ve artık ölmüş olduğunu, sevgilisi ile kavuşabileceğini “bir” denilen yerde olduğunu söylüyoruz.  Bunu bedensel olarak hissediyoruz. Anneanne sen sevdiğine kavuştuğuna göre ben de sevdiğime kavuşabilirim, oluyor. Bedende ve sinir sisteminde enerji dönüşmeye başlıyor. 

Somatik perspektiften araf ve ölü ruh demeyelim, öbek olarak kalmış, sinir sisteminde sıkışmış yüksek voltajlı enerji diyelim. Aile dizimi ile bu enerjiyi topraklıyorsun, hazmediyorsun, eritiyorsun. Geçmiş ve gelecekle bağlantısını kuruyorsun. 

İyileşme ancak negatif duyguların yerine pozitif deneyimler koymak ile mi başarılıyor?

Negatif duyguların ifade edilmesine izin vererek, yaşayarak ancak onları dönüştürebiliriz. Ona anlayışla, sevgi ile bakmak ve yaşatmak yetiyor. 

Travma aktarımı epigenetik ile açıklanabiliyor mu?

Nesiller arası travmanın biyolojik bir nedeni var. Üstü örtülü bir şekilde doğduğumuz iyi ve kötü genlerimiz, yaşamın içerisinde yaşadığımız kötü deneyimler ile kendini ifade etmeye başlıyor. Senden sonra doğan nesillerde de bu gen aktif olmaya başlıyor. Bu kılıf nasıl açıldıysa, kapanabiliyor da. Rachel Yehuda’nın bir araştırmasında fareler üzerinde kiraz çiçeği çalışması yapıyor. Eğer bir kuşak fare acı ile kiraz çiçeği kokusu eşleştiriyorsa diğer kuşak fareler daha hiçbir kötü deneyim yaşamadan kiraz çiçeği kokusundan korkarak doğuyor. Bu korku ile doğan fareleri, kiraz çiçeğinden hiç korkmayan başka anne babalara verilir ve orada büyütülürlerse korkuları zaman içinde geçiyor. Böyle esnek bir yapımız var. Sadeve çocukluğumuzda da değil. Dan Siegel’in Akıl Gözü kitabında anlattığı gibi 90 yaşındaki bir adamda da beyin değişebiliyor. 

İkiz kardeşler farklı ailelerde, toplumlarda büyüyor fakat aynı yaşta ikisi de trafik kazası geçiriyor. Bunu açıklamada epigenetik yetersiz kalıyor. Burada enerjetik bir iletişim var. 

Kolektif travmalardan iyileşmek nasıl mümkün oluyor? 

Kolektif travmaların bireysel hayatımıza yansımaları oluyor. Her bireyde farklı kendini gösterebiliyor. Ama genel olarak baktığımızda iflaslar, maddi kayıptır. Geriye dönüp baktığımızda çoğu zaman bunun zoraki göçlerden kaynaklandığını görüyoruz. Kayıpların yası tutulmadıysa bu enerji sistemde tekrar etmeye, kendini göstermeye devam ediyor. 2000’li yıllarda kaybın acı iflas edilerek yaşanıyor. Türkiye’de iflasın çok olması da geçmiş zamanlarda inanılmaz çok göç almış olmasından kaynaklanıyor. 

Anadolu’da azınlıkların, şiddetin, katliamların olduğu bu yerde en çok gördüğümüz saldırgan kurban dinamiğinde ise aile içi şiddet varsa geriye gittiğimizde arkada bir soykırım bir katliam yaşanmış oluyor. Çünkü sistemdeki o büyük acı en yakından, örneğin komşular, geniş aileler tarafından yapılmış oluyor. Bir de çok büyük bir haksızlık duygusu var. Saldırganlardan nefret ediliyor, kurbanla özdeşleşiyor. Bir zıtlık oluşuyor. Kalbimize alamadığımızı da yaşamımıza alıyoruz. Nefret aşılamadığı, yas tutulamadığı, kader kabul edilemediği için içimizde yaşamaya devam ediyor.

Çocuğumuz doğduğunda da bize el kaldıramayacak tek güvenli kişiye karşı saldırganlık yapıyoruz. Çocuğumuzu kurban haline sokuyoruz. Çocuk kurban, yetişkin saldırganla özdeşliyor. Bu zincir jenerasyonlar boyu akmaya devam ediyor. Ta ki o ilk travmaya gidilip helalleşme yaşanana kadar. Saldırganla kurbanın tekrar nötr olması, bir madalyonun iki yüzü olması, bugün kurbanın yarın saldırgan olabileceğini anlaması gerekiyor. Herkesin özünde insan olduğunu hatırlaması ile topraklanabiliyor. 

Yas tutmaya gittikçe daha az zaman buluyoruz. Bunun sonucunda bizler gelecek jenerasyonlara daha mı büyük travmalar bırakarak gideceğiz?

Şamanik toplumların ölümleri kendi içlerinde ölümü, yası yaşayabilecekleri ritüelleri vardı. Savaştan dönen askerler hemen eve alınmaz, arındırılır, aldıkları canlarla helalleşir, acılarını yaşarlardı. Yapılanla yüzleşirlerdi. Anadolu’da da yas bir rütüeldi. İfade edilemeyen acılar için yas tutmaya yardımcı kadınlar çağırılırdı. Şimdilerde ise yaşayamadığımız acıları bambaşka yollarla; yıkıcı olarak gösteriyoruz. Yerlere plastik çöpler atıyoruz, hayvanlara işkence çektiriyoruz. Kendimiz de makine haline geldik. 

Bize el kaldıramayacak bir diğer canlı da doğa. Belki bu yüzden doğaya bu denli zulüm yapıyoruzdur. 

Kesinlikle. Modern yaşamda, kendi konforumuz içinde döngülerden yalıtılmış, yaptıklarımızın sonuçlarından bağımsız, sorumluluk duygusu hissetmeden yaşıyoruz. Doğanın döngülerinden de çok daha uzaktayız. 

Tüm bunlar yaşanırken bunun bir panzehiri de kendini ortaya çıkardı. Bir anda herkes şifacı oldu, şifa aramaya, bulmaya başladı. Şu anda inanılmaz bir şifa hareketi yaşanıyor. Avrupa bu kadar büyük bir değişimden geçmiyor. Almanya evet ama örneğin İsveç için bu şifa öğretileri çok yeni. En büyük krizlerin, acıların yaşandığı alanlarda büyük ışıklar, potansiyellerde doğmaya başlıyor. Yas çemberleri var örneğin hafta sonu online olarak katılabileceğimiz ülkemizde!

Belki bu da döngünün kendisidir. Yıkımdan sonra onu iyileştirecek bir şifanın doğması. 

Aynen öyle. Bu krizler bize yüreklerimizi hatırlatıyor. Keşke krize gerek kalmasa bunları hatırlamak için ama galiba bu kadar uzağa düştük ki ancak bu şekilde hatırlayabileceğimiz bir haldeyiz. 

Geleceğe dair umut mu dolusunuz?

Eskiden hayır ama şimdi evet. 97’li yıllarda küresel ısınma hareketine girdiğimde geleceğe dair oldukça umutsuzdum. Ama ölümle barıştığım bir yer oldu. Hindistan’da ölümün ne kadar doğal bir şekilde yaşamın içinde olduğunu görünce ölümün kötü bir şey olmadığını anladım. Şamanik kabilelerde ne yaptığınız değil nasıl yaptığınız çok önemli. Vegan olurken bile doğaya zarar vermeye devam edebilirsiniz. Kendi ideallerimizi yaşama dayatmaya başladığımızda zarar vermeye başlıyoruz. Bugün umutluyum, öleceksek öleceğiz. Korkuyla yaşamamayı seçiyorum artık. Ben sevgide kalayım, beni sevgiden uzaklaştıracaklardan da uzakta durayım.  



Burcu Erbaş

1997 yılında Antalya’da doğan Burcu, İstanbul Saint Joseph lisesinde eğitim gördü. 2020 yılında Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde lisans eğitimini tamamladı. Erasmus programı ile bir sene boyunca eğitim aldığı Sciences Po Paris’te çevre politikaları, sürdürülebilirlik ve ekoloji üzerine dersler aldı. Öğrendiklerinden çok etkilenen Burcu yaşam tarzını çevreye duyarlı olacak şekilde...



BLOOM SHOP