YAZAN: ÖZGE UYSAL

Neden hayallerimize ulaşmak bu kadar zor görünüyor? Hayalimizdeki aşkı, zenginliği, yaratıcılığı yaşamak için bize engel olan ne? En büyük korkumuz, hayallerimizin gerçek olması olabilir mi? Peki neden? Hadi gelin, bu yazıda hayallerimizle hizalanmayı, manifesting kültürünün atladığı ya da görmezden geldiği o büyük meseleyi konuşalım: duygularımızı ve sinir sistemimizi.


Hayallerimizi gerçekleştirmekte neden zorlanıyoruz?

Birçoğumuzun en büyük, en gerçek düşlerinden biri, gönlümüzce sevmek ve sevilmektir. Katıldığım çemberlerde, tuttuğum alanlarda, yaptığım tüm çalışmalarda dile gelmek isteyen bir özlem bu. Düşlemek güzel, ta ki gerçekten yeniden aşık oluncaya kadar… Aşkın o neşeli, umutlu, havai ve insanın ayaklarını yerden kesen hisleri nerede kaldı? Neden sürekli kaygı atakları geçiriyoruz? Hayatın daha keyifli hale gelmesi gerekirken neden her an stresli ve kaygılıyız? Şimdi birlikte, hayallerimize ve onlara kavuşmanın yarattığı belirsizlikte mevcudiyetimizi korumaya dair derin bir dalış yapalım.

Sinir sistemimiz ve duyguların rolü

Manifest’in çoğu zaman niyetin gücüne, düşüncenin titreşimine ve evrenle “aynı frekansta” olmaya dayandığı söylenir. Oysa bu sürecin en derin belirleyicilerinden biri, zihinden çok sinir sistemidir. Çünkü bir dileği hayata çağırmak, yalnızca zihinsel bir eylem değil, bedensel bir “izin verme” halidir. Eğer sistemimiz sürekli tetikte, alarmda ya da donuksa, yani “güvende değilim” modundaysa, bedende genişleme yerine kasılma olur. Bu durumda evrenden herhangi bir çağrı gelse bile, onu duyamayız.

Belirsizlik karşısında bedenin tepkisi

Sinir sisteminin dilinde güven, yalnızca dışsal koşulların sakinliğiyle değil, bedenin kendi ritmiyle ilgilidir. Belirsizlikle kalabilme kapasitemiz, sinir sistemimizin esnekliğiyle ölçülür. Eğer geçmişte tehlike, terk edilme ya da kontrol kaybı deneyimlediysek, bilinç dışında şu kayıt kalır: “Beklemek tehlikelidir.” Bu kayıt, niyet ettiğimiz şey geciktiğinde paniklememize, sabırsızlanmamıza, hatta ondan vazgeçmemize neden olur. Manifest süreci bozulmaz aslında, sadece sistem, belirsizliğe tahammül edemediği için burada mevcut kalamaz.

Bu yönüne çok vurgu yapılmasa da manifesting, yani hayatına bir şeyi çağırmak, teslimiyetle bağlantılıdır. Teslimiyeti deneyimleyebilmek ve hayatın akışına uyumlanmak için kontrolü bırakmamız gerekir. Pek çoğumuz için kontrolü bırakmak, belirsizlik ile rezone olduğundan, kendimizi güvende hissetmekte zorlanırız. Eğer erken dönem bağlanma deneyimlerimizde güven zedelenmişse, bırakmak, her hücrede tehdit gibi algılanır. Bu yüzden bazen ne kadar olumlu düşünürsek düşünelim, bedenimizin derin katmanları “ama bu güvenli değil” mesajı verir ve evren, her zaman niyetimizden çok, o anda titreştiğimiz hali yanıtlar.

Gerçek yaratım: İstemek değil, izin vermek

Gerçek manifesting, “istemek”ten çok “izin vermek”tir. Bu izin, sinir sisteminin gevşeyip açılabildiği anda gelir. O anda kalp ritmi yavaşlar, nefes derinleşir, yüz kasları yumuşar. Artık bedende savaş ya da kaç enerjisi değil, merak, oyun, ilişki kurma hali vardır. Beden güvende hissettiğinde, olasılık alanı genişler.

Belirsizlikle dost olmayı öğrenmek, bu yolun kalbidir. Ne zaman, nasıl, kim aracılığıyla geleceğini bilmediğimiz bir şey için “yine de inanmak”, sinir sisteminin en yüksek formudur. Bu inanç, zihinsel bir telkin değil, fizyolojik bir teslimiyettir. Beden “her şey olması gerektiği hızda ilerliyor” mesajını hissettiğinde, kontrol ihtiyacı çözülür, alan açılır.

Ve belki de manifest sürecinin gizli sırrı tam da budur: Evrene güvenmeyi öğrenmeden önce, bedene güvenmeyi öğrenmek. Çünkü sinir sistemimiz, yaşamla kurduğumuz ilk ilişkidir.

Sürekli tekrarlayan soru: Gerçekten güvende miyim?

Sinir sistemi, her durumda farklı melodiler çalan ve dinleyenlerin duygu dünyasını yönlendiren bir orkestra gibi tarif edilebilir. Polivagal teoriye göre bu melodiyi yöneten, vagus siniridir. Vagus, bedenin “güvende hisset”, “kaç ya da savaş” ve “donakal” hallerini yöneten ana hattır. Sinir sistemimiz, çevredeki tehlike ya da belirsizliğe dair bilgileri saniyeler içinde değerlendirir. Buna “nörosepsiyon” denir. Bilinçli farkındalığımız devreye girmeden, beden çoktan karar vermiştir: Rahatlayacak mıyız, tetiklenecek miyiz, yoksa kapanacak mıyız?

Belirsizlik, sinir sistemi için en zorlayıcı deneyimlerden biridir çünkü “neyle karşılaşacağını bilmemek”, beynin güvenlik haritasında gri bir bölge yaratır. Bu gri alanda sistem genellikle sempatik moda, yani savaş ya da kaç haline geçer: Kalp atışı hızlanır, nefes yüzeyselleşir, düşünceler dağılır. Bazen de tam tersi olur: Sinir sistemi enerji tasarrufu moduna geçer, bir çeşit donma yaşarız. Bu, depresif bir uyuşma, umutsuzluk ya da bedenden kopma hissi şeklinde de görülebilir. İlginç olan, bu modların hiçbirinin “yanlış” olmamasıdır, hepsi hayatta kalmak için geliştirdiğimiz biyolojik stratejilerdir.

Güven hissi geri geldiğinde, sistem parasempatik modun “ventral vagal” koluna geçer. Bu, bağlantı, yaratıcılık ve merak modudur. Bir dostun sesi, kedinin mırıltısı ya da bir derin nefes bile bu geçişi başlatabilir. Beden gevşer, yüz kasları yumuşar, bakış yeniden dış dünyaya açılır. Bu halde belirsizlik, artık tehdit değil; yeni bir deneyimin eşiği gibi hissedilir. Korkunun yerini merak alır.

Polivagal teorinin güzelliği, sinir sistemimizi suçlamayı değil, anlamayı öğretmesindedir. “Neden böyle tepki verdim?” yerine “Bedenim şu anda kendini güvende hissetmiyor” diyebilmek, içsel ilişkimizi dönüştürür. Bu farkındalıkla nefes almak, hareket etmek, doğaya çıkmak, birine dokunmak, hepsi sinir sistemine “şu anda güvendesin” mesajı verir. Güven duygusu bir karar değil, bir biyolojik deneyimdir.

Kısacası, belirsizlik karşısında sinir sistemimizin hikayesi korku, kapanma ya da dirençten ibaret değildir, aynı zamanda yeniden güvenmeyi, yeniden açılmayı da içerir. Bedenimizi düşman değil, rehber olarak görmeye başladığımızda sinir sistemimizin melodisi değişir. O zaman hayat, tahmin edilemez olmaktan çıkıp akışkan bir diyaloğa dönüşür; bizle, dünya arasında süren ince bir müzik gibi.

Yeni ve belirsiz olanla kalabilmek mümkün mü?

Hayatımızda tezahür ettirmek ve gerçeğimiz kılmak istediğimiz tüm hayallerin öne çıkan iki kalitesi var: “yeni” ve “belirsiz.” Mevcut olanı sürdürmek konforlu çünkü onun içinde alışıldık olanın getirdiği bir konfor var ve bu, bize zarar veren bir konfor olsa bile, bize güvenli geliyor olabilir.

Hayallerle hizalanmanın bedensel boyutu

Anlaşılan o ki manifest’in özü, bir şeyi elde etmek değil onu kabul edebilecek bir varlık haline gelmektir. Çünkü bazen niyetlerimiz, hayal ettiklerimizden çok, halini alamadığımız duyguların yankısıdır. Sevgi isteriz ama bedenimiz hala reddedilmeye hazırlıklıdır. Bolluk isteriz ama içten içe kaybetmekten korkarız. Bu yüzden evren değil, biz tutarız kapının kolunu. Ve sinir sistemi, o kapının nöbetçisidir: “Güvende misin?” diye sorar her defasında.

Evrene güvenmeden önce, bedene güvenmek

Manifest etmek, evrenden bir şey istemek değil, ona güvenebilecek hale gelmektir. Çünkü evren, kelimeleri değil titreşimleri duyar. Zihin “olsun” derken, beden “tehlikeli” diyorsa, istek değil, korku yayılır. Oysa gerçek yaratım, sinir sisteminin gevşediği, kalbin ritminin evrenle senkronize olduğu o anda başlar. Orada artık dilek yoktur, hatırlayış vardır. Hatırlarsın: Zaten o bolluğun, o sevginin, o yolun bir parçasısın.

Ve o fark edişte bir şey değişir. Çabalama yerini akışa bırakır, korku yerini meraka. “Ne zaman olacak?” sorusu “nasıl açığa çıkacak?”a dönüşür. İşte o an, evren seninle aynı yerden nefes alır. Çünkü güven duyduğunda, hayatın akışı da sana güvenmeye başlar. Gerçek manifesting, dileğin gerçekleşmesi değil; senin onunla aynı frekansa dönüşmendir.



Özge Uysal

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden mezun olan Özge, kitap editörlüğü ve metin yazarlığı yapmaktadır. 2017 yılında başlayan manevi yolculuğundan bugüne, H'oponopono, Kundalini Reiki, Usui Reiki, Yoga Eğitmenliği, Munay Ki Seremonileri ve And Dağları Şamanizmi öğretisine bağlı çeşitli eğitimler tamamlamıştır. Uzun bir inisiyasyon ve eğitim sürecinin sonrasında, şamanik bitki...



BLOOM SHOP