YAZAN: KLİNİK PSİKOLOG İREM EZİCİ

İnsanı anlamanın belki de en özgün yolu, onun hayatta karşılaştığı derin sorgulamalara, acılara ve “varoluş krizi” dediğimiz sarsıntılara yakından bakmaktır. Özellikle bu yüzyılda ve bu coğrafyada yaşayan insanlar olarak, ruh sağlığımızı ciddi biçimde etkileyen toplumsal meselelerle sık sık yüzleşiyoruz. Bu meseleler, zamanla insanın sınırlarını zorlayan, hatta aşan bir deneyime dönüşüyor; tok bir mideye tekrar tekrar yemek yedirmeye çalışmak gibi… Böyle zamanlarda, “Niçin bunlar benim başıma geliyor?” ya da “Neden bu kadar acı çekiyoruz?” soruları gündelik düşüncelerimizin parçası haline gelirken, aslında ne denli ağır ve taşıması zor sorular olduklarını da içten içe kabullenmek zorunda kalıyoruz. Gelin, insanı anlamayı belki de en iyi başarabilen “varoluşçu perspektifle” biraz engebeli ama ışığın sönmediği yolculuğumuza bakalım! 


Daseinanalizi ve varoluş…

Varoluşçu bir filozof olan M.  Heidegger’in “Dasein” (orada-oluş) kavramına dayanan Daseinanalizi, insanın dünyayla kurduğu bağı ve kendi varoluşunu nasıl deneyimlediğini merkezine alan bir terapi yaklaşımıdır. Türkiye gibi, bir yandan kültürel değerlerin ve toplumsal birlikteliğin güçlü olduğu; öte yandan büyük çaplı trajedilerin yaşandığı bir ülkede Daseinanalizi bize şunları hatırlatır:

İçinde bulunduğumuz dünyanın istesek de istemesek de bir parçasıyız.

O halde, bu dünyanın parçası olduğumuz gibi dinamik yaratıcılarıyız da. Bu varoluşun içinden seslenirken kendimizi çevremizdeki olaylardan, toplumsal dokudan ayrı düşüremeyiz. İnsan bir başkasıyla ilişki kurduğunda ve yaşadığını anlamlandırmaya gönül verdiğinde parçası olduğu dünyanın daha çok farkına varır. Ama bazen yüzleşmesi zor nüanslarla karşı karşıya kalır.

O zaman, “İnsan ne için yaşar?” sorusu, büyük kayıpların ya da hayal kırıklıklarının ardından daha da sert biçimde karşımıza çıkar. “Devam etmeye değer mi?” sorgusu, çoğumuzun zihninde yankılanır. Benim cevabım her haliyle, her zaman ve her an: değer! Daseinanalizi perspektifinden bakıldığında, bu soruya verilen yanıt sadece haz ya da maddi kazanç arayışıyla sınırlı değildir. O yüzden dünyanın neresine giderseniz gidin acılarınız da sizinle birlikte seyahat eder diyoruz.

İnsan olmanın özü; maneviyat, değerler, dayanışma deneyimleri, umut ve inançla şekillenir. Bizi ayakta tutan, acıya rağmen yüzümüzü geleceğe döndüğümüzün bilincinde olmaktır. Çünkü insan hep ileriye, öteye doğru akan bir varlıktır. Bir yara nasıl ki zamanla iyileşiyorsa, yaşadığımız acıların panzehiri de umuttur. Umut insanın “şimdi ve burada olan varoluşunu” özgürleştirici bir duygudur. 

“Nedeni olan, hemen her nasıla katlanır”

Nietzsche’nin bu sözü, varoluşçu psikoterapi ve felsefenin temel taşlarından biridir. Çevremizi kuşatan krizlere, toplumsal meselelere ve trajedilere rağmen, yaşamak için bir “neden”imiz varsa en zorlu şartlara dahi dayanabiliriz felsefesine ışık tutar. Ancak bu “neden”i bulmak kolay değildir; özellikle acının dinmeyişinden ötürü. Kendimizi korumak için bazen içimize kapanır ve sessizleşir, bazen ise sitemkar ve öfkeli olabiliriz. Nietzsche’nin sözünü biraz açmak gerekirse:

Nedenimiz belki de başkalarınınkilerle buluşabilir.

Acı çeken birinin elinden tutmak, insaniyetin bir ifadesidir. Duygularımız ve düşüncelerimiz farklı olsa da ortak bir paydada buluşabiliriz. İşte bu ortaklık, umudu doğurabilir. Çünkü başka bir varoluşçu düşünür olan Hannah Arendt’in de söylediği gibi: “İnsanın eylem kapasitesi, onun beklenmedik olanı gerçekleştirme potansiyelini de içinde barındırır. Her insan eşsizdir ve her insanla birlikte dünyaya yeni bir olasılık gelir.” O zaman dünyada kabuğuna çekilmenin ve sitem etmenin milyonlarca ihtimali mevcut; bu varoluşun halinin içinde en olmadık anlara mizahı yedirmek gibi… “Life is Beautiful” filmindeki Guido’nun ölüme gittiğini bilirken bile oğlunu güldürmesi gibi. O halde birbirimize iyi gelebileceğimize dair ihtimaller ve fırsatlar tanımamız gerekmez mi? İnsanı insandan başka ne kurtarabilir?

Kimi için “neden” sanattır; kimi için çocuklarına daha iyi bir gelecek sunma hayali, kimi için ise bilim, eğitim ya da inançtır. Bu çeşitlilik, insanın ne denli farklı kaynaklardan güç alabildiğini gösterir. Ancak şunu da unutmamalıyız: Hiçbirimiz tüm bu yolları yalnız başımıza yürüyemeyiz. Bu yüzden birbirimize ihtiyacımız var. Özellikle her şeyin anlamını yitirdiği, karanlığın yoğunlaştığı günlerde, içimizde bir yerlerde küçük de olsa bir “yaşam amacı” tohumu olduğunu kendimize hatırlatmamız gerekir. Çünkü bu tohum zamanla filizlenir, büyür ve güneşle buluşur. Robert Pirsig’in dediği gibi: “Ne kadar çok insan ruhu varsa, o kadar çok yol vardır.” 

Kendimizi korumak için neye ihtiyacımız var?

Elbette güven duygusuna… Ancak bu duygu tek başımıza inşa olmuyor. Bu yüzden bir yandan sınırlarımızı sağlam bir şekilde belirlemeye, bir yandan da umut tohumlarını gördüğümüz ve verebildiğimiz insanlara yakın olmaya ihtiyacımız var. 

Kendi acımızı da, başkasının acısını da yok saymak; suya hasret kalmış bir balık gibi, yaşam adı altında sürekli yeniden yaralanmaktır. Oysa yaşadıklarımızı dönüştürebilmek için daha çok konuşmaya, üretmeye ve bir arada olmaya ihtiyacımız var. Bunu yaparken kendi sınırlarımızı da gözetmeli; verebileceklerimizi ve alabileceklerimizi gerçekçi bir şekilde tanımlamalıyız. Zorlandığımız ya da istemediğimiz bir alanda derinleşmeye çalışmak, bizi daha da içimize kapanmaya itebilir, bunu unutmamız gerekiyor. Bu yüzden kendimize sorabileceğimiz soru, ne kadar basit gözükse de şudur: Ben zor zamanlarda bana ve çevreme iyi gelecek neler yapabilirim?

“Neden olmasın ki?”

Daseinanalizi, zihnimize güçlü bir soru bırakır: “Neden olmasın ki?” Bu soru, farkında olmadan kaçındığımız bir potansiyeli kucaklamaya çağrıdır. Travmalarla yoğrulmuş bir toplumda “Neden hiçbir şey iyiye gitmiyor?” demek son derece haklı bir serzeniş. Ama bir yandan da “Neden olmasın ki?” diye sormak; hem kaybettiklerimizi taşıyabilmek hem de geleceğe dair yeni bir umut ve hikaye yazma ihtimalini hatırlamak demektir. Bu yaklaşım, özellikle Türkiye gibi üst üste travmalarla karşılaşan toplumlar için umut dolu bir kıvılcımdır. Dağılan her şeyin yeniden kurulabilme ihtimali, varoluşçu terapinin en temel parçasıdır. Evet, yaşadığımız acıyı unutamayız veya silemeyiz. Ama unutmadan da dünyamızı inşa etmeye devam edebiliriz.

Hayat yalnızca travmalardan ibaret değildir. Fakat o acılar yokmuş gibi davranmak da kendimize yabancılaşmaktır… Varoluşçu yaklaşım, acının içinden geçerken bile anlam bulabileceğimizi, değer yaratabileceğimizi hatırlatır. Çünkü hepimizin içinde bir yerlerde hala “Neden olmasın ki?” diye sormak için bir yer var. Bunu bazen kendi başımıza göremeyiz; bir terapist, bir dost ya da dayanışma içinde olduğumuz bir topluluk bu gücü açığa çıkarmamıza yardımcı olabilir.

Ve en sonunda: Amaç, acısız bir yaşam değil; acının içinden geçerek onunla yeniden şekillenen bir yaşam kurabilmektir. Varoluşçu bakış açısı, bizi tam da bu noktaya — karanlığın içinde bile yolumuzu bulmamızı sağlayacak küçücük bile olsa bir ışığa — davet eder. 

O yüzden… Umut, neden olmasın ki?



Uzman Klinik Psk. İrem Ezici

1994 yılında İstanbul’da doğdu. İlk-orta-lise eğitimini Koç Okulunda aldı. 2016’da Bilgi Üniversitesi’nde Psikoloji dalı üzerine lisans eğitimini tamamladı. Daha sonra İngiltere’de Goldsmiths Üniversitesi’nde Klinik Psikoloji üzerine yüksek lisans eğitimini tamamladı. İngiltere’de bulunduğu süre boyunca Türk ve yabancı uyruklu bireylere psikoterapi hizmeti ve seminerler verdi. 2017’den beri İngiltere’de vermeye başladığı psikoterapi...



BLOOM SHOP