Anlamlı bir yaşam sürmekle ilgili okuduğunuz, öğrendiğiniz şeyler günümüzün bilgi akışı bombardımanı nedeniyle içinizde karmaşık bir düğüm olduysa bu düğümü bilge bir bakışın yardımıyla çözmenin vakti gelmiş olabilir. “Hayat reçete edilemez” diyen Prof. Dr. Acar Baltaş, son kitabı Hayat En Çok İyileri Kırar ile yaşamınızı sade bir akışta, kendinize özgü bir anlamla sürdürebilmenize yönelik tavsiyelerini anlatıyor.
Acar Baltaş, yarım asırlık mesleki kariyeri, yetmiş yılı aşkın yaşam tecrübesiyle psikolojiyi bilimsel temelinden uzaklaşmadan geniş kitleler için anlaşılır kılıyor. Bu röportajımızda hem yeni kitabı hem de sahip olduğumuz öz kaynakları nasıl fark edebileceğimiz ve bizi iyi oluş halimize ulaştırabilecek enerjimizi doğru yere nasıl yönlendirebileceğimiz üzerine sohbet ettik.
Yetişkin insanlar olarak iş, aile ve sosyal yaşamımızda kök inançlarımız doğrultusunda kararlar alma ve kırılmamaya özen gösterme eğilimindeyiz. Ancak siz yeni çıkan Hayat En Çok İyileri Kırar kitabınızın üst başlığına “Kırıldığımız Yerden Güçlenmenin Yolları” demişsiniz. Kırılmak, olumsuz olaylar yaşamak bizi güçlendirebilecek potansiyele sahipse acaba ondan bu kadar kaçınmakla hata mı ediyoruz?
Yazılı ve görsel medyanın etkisiyle herkesin hayatının sürekli coşku ve güzelliklerle dolu olması gerektiği düşünülüyor. Kötü hissetmek, kişinin kendini hatalı ve yanlış bir durumda hissetmesine ve hemen bu durumdan çıkması gerektiğini düşünmesine yol açıyor. Kızgınlık ve haset gibi olumsuz duygular neredeyse günah sayılırken, kıskançlık ve hayal kırıklığı gibi duyguları günlük sohbetlerde dile getirmek hoş karşılanmıyor. Üzüntü ve utanç gibi duygular “sağlıksız”, “olumsuz” ve hatta “kötü” olarak kabul ediliyor. Bu duyguları yaşayan insanlar kendilerine kızıyor, onları bastırmaya, uzaklaştırmaya, ilaç veya terapi yoluyla bu duygulardan kurtulmaya çalışıyor. Halbuki bizim kendimizi iyi veya kötü hissetmemize neden olmalarına rağmen, duygular doğaları gereği olumlu ya da olumsuz değildirler. Özellikle olumsuz duygular, insanın canının, malının ve itibarının koruyucusudur. Evrimsel açıdan bakıldığında, bugün kaçındığımız ve hoşlanmadığımız olumsuz duygular olmasa, hayatta kalmak mümkün olmayabilirdi. Olumsuz duygular, yalnızca varlığımızı sürdürmek için değil, aynı zamanda kendimizi iyi hissetmemizi sağlamak için de önemli bir rol oynar.
“Anlam arayışındaki bir yaşam son nefesine kadar inşa aşamasındadır.” diyorsunuz. Bu hiç bitmeyen bir sürecin bir parçasıymışız gibi hissettiriyor. Peki hiç bitmeyen bir arayışın, bilinmezliğin içinde ilerlerken aynı zamanda tamamlanmış hissetmek mümkün mü? Yaşamını anlamlandırırken bu “tamamlanmışlık” hissine ihtiyaç duyanlara ne önerirsiniz?
Hayat reçete edilemez. Hayatın anlamı dediğimiz şey herkese göre değişir. Bu yaptığınız iş, büyüttüğünüz çocuk ya da başını okşadığınız bir sokak hayvanı olabilir. Sadece vicdanlı kalabilmek bile anlamlı bir yaşam ve yolculuktur. Hayatın anlamı, değer taşıyan bir üretim ve değer katan ilişkiler içinde olmaktır. Bu tamamen sizin bilinç dünyanızla ilişkili. Anlam sizin için unvan mı, toksik bir iş yeri ya da ilişkiden kendinizi kurtarmanız mı, sevdiklerinizi gururlandırmak mı? Amacınızı belirlediğinizde anlam arayışınızda o kadar kararlı ilerlersiniz. Bununla birlikte, tamamlanmış hissetmek kendimiz dışında ihtiyacı olanlara katkı sunmamıza da bağlı. Araştırmalar zamanının ve parasının az da olsa bir kısmını başkaları için harcayanların daha mutlu olduğunu ortaya koyuyor. Bu nedenle, sahip olduklarınızın bir bölümünü ihtiyacı olanlara ayırmayı alışkanlık haline getirirseniz o kadar tamamlanmış hissedersiniz.
Kırılmanın sanıldığı kadar kötü bir şey olmadığını gösterdiğiniz gibi çocuk, genç, yetişkin herkesin ölesiye korktuğu başarısızlık kavramının da bize katabildiklerini öne çıkarıyorsunuz. Hatta “başarıyla zehirlenmiş çocuklar” tanımını kullanıyorsunuz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz? Okulda, sosyal yaşamda, iş hayatında herkesten daha başarılı olmak üzerine kurulu bir algı varken rotamızı başarısızlığın olumlu yönlerine nasıl çevirebiliriz? Başarısızlığı da kucaklamanın bize ne gibi faydaları olabilir?
Bu noktada, değerli olan kavram: öz saygı. Öz saygı, “Ben kendimi nasıl görüyorum?” sorusunun cevabıdır. Yüksek öz saygı, “Değerim başarıma bağlıdır.” yerine “Başarısız olduğum zaman da değerliyim.” anlayışını temsil eder. Öz saygısı yüksek insanlar, hayatın sadece başarılardan ibaret olmadığının farkındadır çünkü başarısızlık, hayatın en doğal parçasıdır. Yaşadığımız her olayda mutlaka bir olumsuzluk, bir pürüz bulunur. Mesele, bu kusurlarla hayatı daha iyiye götürmektir. Başarısızlık insanı üzer ve mutsuz eder ancak aynı zamanda insanı geliştirir, derinleştirir, bilgelik yolunda ilerlemesini sağlar ve kendisinden daha az şanslı olanlara karşı empati geliştirmesine yardım eder. Öğrenmek ve gelişmek için yolu açan deneyim, yenilmeyi veya geçilmeyi, yani başarısızlık duygusunu yaşamayı göze almakla elde edilir. Ulaşılması zor bir sonucun arkasında onlarca başarısız deneme vardır.
Başarısızlığın getirdiği üzüntüyü yaşamak ve nedenleri üzerinde düşünmek insanı geliştirir. Sorunu aşmak için farklı bir yol düşünmeye yöneltir. Bu süreç, kişinin yaşanan olay karşısında sorumluluk almasını, kabiliyet ve kapasitesinin sınırlarını görmesini ve enerjisini doğru yere yönlendirmesini sağlar. Böyle bir anlayış, başarısızlık durumunda kişinin nedeni kendi dışında aramak yerine, enerjisini kendisinin kontrol edebileceği noktalara odaklamasına imkan verir. Böylece, başarısızlık kişiyi daha dayanıklı ve esnek yapar, kişinin gelecekteki zorluklarla daha etkili bir şekilde başa çıkmasına katkıda bulunur. Ayrıca, kendisini daha iyi tanımasını, uzun vadede sadece başarılarıyla değil, aynı zamanda hataları ve başarısızlıklarıyla da barışık olup kendisini değerli ve yeterli hissetmesini sağlar.
İnsanın mutlu olmak için pek çok sebebi olabilir ama mutsuzluğun temelde 5 sebebi olduğunu belirtiyorsunuz. Bu 5 etkenden kısaca bahsedebilir misiniz? Anlamlı bir yaşam arayışında bu etkenlerle olan ilişkimizi nasıl dengeleyebiliriz?
Mutsuzluğun birinci sebebi, beklentilerimizin gerçeklerimizden büyük olması ve bu çelişkinin hayal uçurumu yaşatmasıdır. Sosyal medyanın yol açtığı büyülü algı ile gerçeklerin yaşattığı hayal kırıklığı mutsuzluğa zemin hazırlar. İkinci mutsuzluk sebebi, kendimizi başkalarıyla kıyaslamamızdan kaynaklanır. Bu, genelde sahip olamadıklarımız veya maddi kazançlar üzerinden bir mutsuzluk nedeni haline gelir. Üçüncü neden, geçmişe takılıp kalmak, bir anlamda bugünle geçmişi kıyaslayıp geçmişe sürekli özlem duymaktır. Dördüncü neden, zehirleyen yani olumsuz iklim getiren insanlarla bir arada olmaktır. Bu tür insanlar fırsatları görmeyi engeller, ufkumuzu daraltır ve bizi mutsuz eder. Beşinci neden ise kusursuzluğu hedeflemektir çünkü bu hedef gerçekleşmeyecek bir hayalin peşinden koşmaya, hayatı gereğinden fazla karmaşıklaştırmaya neden olur. Bunu dengelemek için en önemli belirleyici, gelecekte değiştirebileceklerimize odaklanmaktır. Bunu yapanlar, hayattaki anlamı daha iyi kavrayarak mutlu bir yaşam sürerler.
Anlamlı bir yaşam arayışında bunu sağlamak sahip olmadıklarımızın hesabını tutmak yerine, kendini aşan bir amaca hizmet etmekle mümkün olur. Gelecekte değiştirebileceklerimize odaklanmak, bize bu amaca hizmet etme gücü verir ve hayatımızı daha anlamlı kılar. Var olana kattığımız anlam kendimize verdiğimiz değerle birlikte, hayatı çevremiz için yararlı kılma gayretidir. Her gün anlamlı görünmeyen işleri yaparak da mutlu olabiliriz. Bu nedenle, günlük yaşamımızda yaptığımız işler ne kadar küçük veya önemsiz görünse de onlara kattığımız anlam ve başkalarına faydalı olma çabası, bizi daha mutlu ve anlamlı bir yaşam sürmeye yönlendirir.
Biraz da iş dünyasına dair görüşlerinizden konuşalım mı? Özellikle liderler ve yöneticiler için ortaya attığınız bir kavram var: yararlı paranoya. Bu yaklaşımın iş yaşamına katkılarından bahsedebilir misiniz?
İşlerin koşulsuz yolunda gideceği inancının getirdiği tedbirsiz iyimserlik, çoğu kez risk ve tehditleri görmeye engel olur. Araştırma verilerine göre iyimserler tehlike işaretlerini yeterince değerlendiremedikleri, geç müdahale ettikleri veya olumlu düşünerek durumu aşacaklarına inandıkları için kötümserlerden daha kısa yaşar. Kötüyü düşünüp kötüyü çağırmamak için sadece olumlu olanı konuşmak bunun iş hayatında da sıkça karşımıza çıkan biçimidir. Bu noktada yararlı paranoya olası riskleri değerlendirmeye ve tedbir almaya imkan verir çünkü yararlı paranoya, lider ve yöneticilerin işler yolunda giderken de “Ya olmazsa?” diye sormalarının önemine yapılan bir atıftır. Kişinin görüşünü gözden geçirmeye hazır olması, problemleri algılayış biçimini değiştirmesi ve “Benim göremediğim neyi görüyor?” bakış açısıyla karşı tarafı dinlemesi yararlı paranoya ile mümkün olur.
Profesyonel ya da sosyal yaşamda alanlar ve tarzlar farklı olsa da herkesin yönetmek konusunda zorlandığı iki şey var: zaman ve stres. Günümüzün yaşam koşullarında birbirini tetikleyen bu iki unsuru sağlıklı yönetebilmemiz için neler önerirsiniz?
Hayat size baskı altında zorlanma duygusu yaşatan stres vericilerle dolu ancak zamanın kendine ait bir gerçeği var: Ne kadar paranız olduğunu bilirsiniz fakat ne kadar zamanınız kaldığını asla bilemezsiniz. Şartlar olumsuz olsa da, enerjinizi daha iyi yönetmenin yollarını arayabilirsiniz. Eğer trafik sıkışıyor ve iş yerine gitmeniz daha uzun zaman alıp sizi strese sokuyorsa, şikayet ederek kalan zamanınızı daha da stresli hale getirmek yerine bir dahaki sefere evden daha erken saatte çıkmayı veya farklı güzergahtan gitmeyi deneyebilirsiniz. Zamanınızı olmuş olana odaklayıp “Neden benim başıma geldi, hep benim başıma geliyor?” diye sorarak geçmişte zaman kaybetmek yerine enerjinizi olacak olana ve geleceğe odaklayabilirsiniz. Enerjinizi nereye koyarsanız hayat orada gelişir. Daha yatkın olduğunuz alanlara enerjinizi koymak da zamanınızı etkin yönetmek için değerli bir yol sunar. Yatkınlığınızın düşük olduğu alanlarda süreklilik kazanan streslerle mücadele etmek yerine, yaparken daha az gayretle daha iyi sonuç alacağınız alanlara yönelmek hayal dünyasında zaman kaybetmenizin önüne geçecektir. Zaman kavramı, geç kalmıştık duygusunu da sıklıkla beraberinde getirir. Ancak hangi yaşta olursanız olun, bugünün imkanlarıyla hayatı ıskalamanız mümkün değil. Hayata dair geç kaldığınız çok az şey olduğunu kendinize hatırlatmak, zorluklar karşısında stresle başa çıkmanıza yardımcı olacaktır.
Pek çok uzman toplum özelliğimizi yitirmeye başladığımızdan bahsediyor. Siz de bu görüşe katılıyorsunuz. Umutsuzluğun, kaygının bu kadar yoğun ve küresel çapta yaşandığı bu dönemde sizce bireysel iyi olma hali ile iyileşmeye çalışan bir toplumun parçası olmanın dengesini nasıl kurabiliriz?
Bireysel iyilik hali, kendimizi, başkalarını veya koşulları suçlamak yerine yaşadığımız durumdan ders çıkarmaya ve durumla aktif şekilde başa çıkmaya yönelmekle, diğer deyişle yaşanan olumsuz durumları öğrenme fırsatına çeviren bir zihniyete sahip olmakla desteklenir. Bu anlayış, kendimize ve çevremizdekilere karşı farkında olmadan geliştirdiğimiz ön yargıları bilinç düzeyine taşımak ve geride bırakmak için gayret göstermekle başlar. Bu, toplumsal iyilik hali için öteleştirme ile başlayan sorunların önüne geçmek açısından da değerli bir gayrettir. Sadece bir veya iki deneyime dayanan kalıp yargılarla hareket etmek yerine kolay geleni seçmeden, objektif veriye ve bilgiye bağlı olarak alacağımız kararlar hem bireysel hem de toplumsal iyilik haline katkıda bulunur. Deneyim sahibi olmadığımız konuların farkına varmak, ötekilerin söyledikleri sözler, aldığı kararlar ve eylemler üzerine düşünmek, argümanlarını dinlemek toplum içerisinde bireyler arasındaki bağı da güçlendirir.
Biraz da gelecekten söz edelim mi? Sizinle daha önce metaverse ve ruh sağlığı üzerine bir söyleşi yapmıştık. Dijital bağımlılığın artması ve metaverse’ün yaygınlaşmasıyla yeni medyanın bir sonraki halk sağlığı krizi olacağını düşünmek abartı olmaz, diyorsunuz. Bu krizi yönetebilmek için gençlere ve ebeveynlere bugünden yapabilecekleri neler önerirsiniz? Dijital obezitenin önlemini nasıl alabiliriz?
Albert Einstein’ın “İnsan ruhu teknolojiye yenilmemelidir” sözünü hatırlayarak teknolojinin ruhumuzu ele geçirmesine fırsat vermemek için teknoloji kullanım alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirmeye ihtiyacımız var. Alvin Toffler’e göre, eski alışkanlıklarımızı unutarak yeni ve daha sağlıklı alışkanlıklar edinmeliyiz. Bu, unlearning (unutma) ve relearning (yeniden öğrenme) süreçlerinden geçmeyi gerektiriyor. Ayrıca, Benedict Köhler ve arkadaşlarının başlattığı “yavaş medya” hareketini benimseyerek, medya tüketiminde daha bilinçli ve seçici olmamız mümkün. Yavaş medya hareketi, sınırsız bilgi akışını yönetebilen bilinçli medya okur-yazarlığını ve odaklanılan bilginin yıllar sonra da hatırlanmasını sağlayacak şekilde tüketilmesini amaçlıyor. Bu yaklaşımlar, dijital dünyada daha sağlıklı bir denge kurmamıza ve dijital obezitenin önüne geçmemize yardımcı olabilir.
Son olarak, yaşadığımız anla uyumlanmak ve kendimizi geleceğe hazırlamak için iş yaşamında ve sosyal yaşamda nasıl bir bakış açısına sahip olmamızı önerirsiniz?
Bugün, bir hayat süresi içinde çok sayıda değişim yaşanmasına rağmen, insanın hayatta uyum sağlayamayacağı hiçbir koşul yok. İnsan nefes alıyor ve nabzı atıyorsa her şeye uyum sağlar. Mesele uyum sağlamak değil, ait hissetmektir. Ait hissetmekte zorlanan bazıları, ayak uyduruyormuş gibi yapıp bildiğini okumaya devam ediyor. Tercihlerimizin bizi de içine alacak sonuçları düşünüldüğünde, ait hissetmek, çevremizdeki insanlarla ve yaptığımız işle derin bir bağ kurmayı gerektirir. Bu bağ, hem iş hem de sosyal yaşamda daha anlamlı ilişkiler ve daha tatmin edici deneyimler sunar. Ayrıca, değişimlere açık olmak, öğrenmeye devam etmek ve esnek kalmak da bu sürecin bir parçasıdır. Başkalarıyla iş birliği yapmak, farklı bakış açılarını değerlendirmek ve ortak hedeflere ulaşmak için çaba göstermek hem kişisel hem de profesyonel yaşamımızda bizi daha güçlü kılar.
Prof.Dr. Acar Baltaş’ın tüm kitaplarını incelemek için bu linke tıklayabilirsiniz.