Her insanın kalbinde iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırmayı bilen bir bölme var. Bu yüzden insan hata yaptığında vicdanı huzursuz olur. Hata; insanı özünden, kendi varlığından uzaklaştıran her şeydir. İnsan, sorgulamama alışkanlığı ile uzun vadede üst üste hatalar yapmışsa kendine yabancılaşır ve bir süre sonra vicdan azabı hissetmemeye başlar.
Oysa her hatada vicdan huzursuzdur, insan sadece vicdanının farkındalığından kaçmaktadır. Tıpkı su içmeyen insanların susamış olsalar dahi bir süre sonra susuzluklarını hissetmemeleri gibi, bünyeleri hata yapmayı alışkanlık haline getirir ve buna alışır.
İnsan, kalbinin yolundan şaştıkça kendinden uzaklaşır
Bu durum, içindeki yüce karakteri ortaya çıkarmak üzere dünyaya gelmiş bir varlık olan insanı huzursuzluğa götürür. Bu ontolojik bir gerçekliktir. Varlıksal bir matematiktir. Kendisi bu huzursuzluğunu hissetse de hissetmese de çevresine bu titreşimi yayar.
İnsanlar olarak biz, anne-babalarımızdan gördüklerimizi tekrarlarız. Onlar da büyükanne ve dedelerimizden gördüklerini tekrarlarlar. Bu tekrarlar arasında bizi özümüze yaklaştıran davranış alışkanlıkları da vardır, ondan uzaklaştıranlar da. Bu alışkanlıkları çoğu zaman sorgulamadan devam ettiririz.
Sorgulamadığımız zaman, hatalarımız da bu döngüyle birlikte devam eder.
Oysa içimizde, derinlerde bir yerlerde bazı hatalar yaptığımızı biliriz. Sadece çevremizdeki birçok kişi aynı şeyleri yaptığı için, kendimizi bunların doğru olduğuna inandırırız.
Daha sonra kalbimize indiğimiz zaman, toplumsal ve bireysel olarak yaptığımız pek çok şeyin bizi kendimizden ne kadar uzaklaştırdığını fark eder, hayretler içinde kalırız. Kendimizden uzak bir yaşam; bizi huzursuz, sağlıksız ve mutsuz kılar.
Günümüzde maddi anlamda her türlü konforumuzun yerinde olmasına rağmen bu kadar huzursuz hissetmemizin sebebi; davranışlarımızı, yaşam algımızı ve inanç kalıplarımızı sorgulamama alışkanlığı ve bu alışkanlığı değiştirmiyor oluşumuzdur. Oysa içimizde bir yer bu huzursuzluğun kaynağını bilir ama bir şeyler yapmadığı için huzursuzluk hissini pekiştirmeye devam eder.
Farkında mısınız, neredeyse hiç durmuyoruz!
Durmadan düşünüyor, planlıyor, koşturuyor ve çalışıyoruz. Otururken bile aslında koşuyoruz. Zihnimiz hareket halinde. Oysa insan doğası durmak, dinlenmek, rahatlamak ve gevşemek ister.
Ayrıca doğa ile iletişim kurmuyoruz. Arabadan işe, işten arabaya, oradan alışveriş merkezine ya da lokantaya veya bir arkadaşımızın evine gidiyoruz. Oysa insan doğaya ait bir varlık… Ya da hep bir amaç peşindeyiz. Bir hedefe yönelik yaşıyoruz. Mutluluğu da o yöneldiğimiz hedeflerde arıyoruz fakat elde ettiğimiz her zafer, mutluluğu bir sonraki durağa erteliyor. Hedeflerimize ulaşıp kısa süreli bir mutluluk yaşasak da uzun vadede huzursuzluğumuz arka planda devam ediyor.
Hiç kendi kendinize kalmayı denediniz mi?
Bu huzursuzluk yüzünden yalnızlığımızla baş başa kalamaz hale geliyoruz. Kendi kendimize kaldığımız zaman, içimizdeki sesler o kadar yükseliyor ve dayanılmaz bir hale geliyor ki hemen bir meşguliyet arıyoruz.
Bu huzursuzluktan kurtulmanın bir yolu olduğu bugüne kadar gündemimizin başlarında yer almadı belki. Ama son zamanlarda panik atak, depresyon, anksiyete, çeşitli fobiler, uyku sorunu oranları o kadar arttı ve batı dünyasının stres karşısında sunduğu çözümler o denli yetersiz kaldı ki başka yollar aramaya başladık. Çünkü başarı, para, teknoloji bizi aradığımız cevaplara kavuşturamadı.
Günümüzde insanlığın en büyük ihtiyacı; sorgulamak, kalbin derinliklerindeki sonsuz sessizliği, şefkati ve yaşama sevincini keşfetmek, insanlarla bağ kurmak, içtenlik ve iyilikle sevmeyi -hem kendini hem de başkalarını- tekrar hatırlamak.