
In partnership with Wings
Gün geçtikçe doğanın dilini yavaş yavaş unutuyoruz. Eskiden insanlar sohbetlerinde nehirlerden, dağlardan, rüzgarlardan bahsederlermiş; o dönemlerde bu kelimeler doğayla kurulan bağın yansımalarıymış. İnsanlar doğaya bağlı yaşar, doğayla uyumlanır ve hayatlarında doğanın bilgeliğine yer verirmiş. Bugün ise meşgul hayatlarımız, şehir gürültüsü ve teknolojinin etkisiyle doğayı daha az görüyor, daha az hissediyoruz. Bu nedenle doğa ile ilişkili kelimeler de zihnimizden bir bir siliniyor. Unuttuğumuz bu dil, sadece kelimelerin değil, doğaya olan sevgimizin ve saygımızın da yavaş yavaş kaybolmasına sebep oluyor. Bu gidişata bir dur demek, doğayla yeniden bağ kurmak, onu korumak ve kollamak için doğanın unuttuğumuz dilini nasıl yeniden hatırlayabiliriz? Sizin için araştırdık!
Doğanın dilini unutmak ne demek?
Aslında doğanın dili, bizimkinden farklı olarak kelimelerden değil; ritimden, döngüden ve dengeyi sürdürme arzusundan gelir. Fakat biz, doğanın dilini yine kendi ifade biçimimiz, yani kelimeler aracılığıyla anlamlandırır ve içselleştiririz. Doğanın dilini anladığımızda, onunla ilişkili kelimeler kullanmaya başlar, dilimizde bu kelimelere yer verdikçe doğayla bağımızı güçlendiririz.
Ancak ne yazık ki günümüzde şehirleşmenin artışı, teknolojinin yükselişi ve meşgul hayatlarımız sebebiyle doğayla ilişkimiz zayıfladı. Bu sebeple, doğanın sesini duyamaz ve duyduklarımızı ifade edemez hale geldik. Hatta yapılan bir araştırma, 1800’lerden 1990’lara doğru doğayla ilgili kelimelerin kullanımının %60 oranında azaldığını öne sürüyor. Bu da demek oluyor ki artık hem yazılı hem de sözlü iletişimde doğayla ilgili kelimelere daha az yer veriyor; “çayır”, “nehir”, “orman” ya da “rüzgar” gibi sözcükleri artık eskisi kadar sık kullanmıyoruz. Doğanın dilini unutmamız ise, ona daha az değer vermemize ve onu koruma güdümüzün giderek zayıflamasına yol açıyor.
- Biyoçeşitlilik kaybı, doğaya olan uzaklığımızla paralel ilerliyor. Doğadan uzaklaştıkça artan farkındalık eksikliği, ekosistemlerin korunması için gereken toplumsal baskıyı da zayıflatıyor. Bu yüzden, orman yangınları, sulak alanların kuruması, türlerin yok oluşu gibi krizlere karşı daha duyarsız kalıyoruz.
- Doğadan uzaklaştıkça, ekosistemlerin nasıl birbiriyle bağlantılı olduğunu da unutuyoruz. Bir nehrin kurumasının, o nehre bağlı birçok canlının yaşam alanını yok ettiğini, su döngüsünü etkilediğini, iklimi değiştirdiğini ve tarımı olumsuz etkilediğini fark etmiyoruz.
- Benzer şekilde iklim krizi de doğayla aramızdaki mesafeden besleniyor. Doğayı deneyimlemeyen, onun dilini konuşmayan nesiller, doğayı sadece kaynaklar bütünü olarak görüyor ve onu korumaktansa tüketmeye odaklanıyor. Bu da iklim farkındalığının azalmasına ve iklim krizinin şiddetlenmesine sebep oluyor.
Bu sonuçlar yalnızca dilimizin değil, algımızın da değiştiğini gösteriyor. Çünkü kelimeleri daha az kullandıkça doğayı daha az hissediyor ve daha az görüyoruz. Dilimizden eksilen her kelime nedeniyle doğayla aramızdaki bağ biraz daha zayıflıyor ve bunun sonuçları gitgide şiddetleniyor.
Doğanın dilini nasıl hatırlayabiliriz?
Modern hayatın içinde doğadan uzaklaştıkça, onun ritmini ve bize anlattıklarını fark etmek zorlaşıyor. Oysa biz doğadan ayrı değiliz, onun döngülerinin, dengesinin ve canlılığının bir parçasıyız. Dolayısıyla doğayı yeniden duymak, sadece dış dünyayla değil, kendi iç dünyamızla da yeniden bağlantı kurmamız anlamına geliyor. Bu doğrultuda rutinlerimize dahil edebileceğimiz küçük farkındalıklar, doğayı yaşamımızın bir parçası olarak görmemizi ve bu sayede, hem doğaya hem de kendimize karşı daha duyarlı hale gelmemizi sağlıyor.
Doğada zaman geçirmek.
Doğayla bağ kurmanın en etkili yollarından biri, doğada farkındalıklı zaman geçirmektir. Burada bahsettiğimiz şey, yalnızca fiziksel olarak doğada bulunmak değil, dikkat ve farkındalıkla doğayı keşfetmektir. Örneğin bir Japon pratiği olan shinrin yoku (orman banyosu), doğada farkındalıklı zaman geçirmenin en iyi örneklerinden biridir. Bu gibi farkındalık temelli doğa deneyimleri, doğayı “ziyaret edilen bir yer” olmaktan çıkarıp “aidiyet duyulan bir alan” haline getirir. Doğada iyi hissettikçe ve onunla bağımızı güçlendirdikçe onu koruma eğilimimiz de artar. Bu da doğanın dilini daha çok duymamamızı ve bu dili güçlendirmemizi sağlar.
Çocuklara doğayı anlatmak.
Doğayla bağ kurma kapasitesini evrimsel olarak içimizde taşır, çevresel faktörlerle şekillendiririz. Çocuklara doğayı öğretmek, onlara bilgi aktarmaktan çok, bir yaşam biçimi ve dünya algısı kazandırmak anlamına gelir. Toprağa dokunmalarına, canlıların yaşam döngüsünü gözlemlemelerine ve doğanın kendi ritmini deneyimlemelerine alan açmak, doğa ile olan bağlarını güçlendirir. Bu sayede doğayla erken yaşta kurulan bağ, çevre bilincinin güçlü ve sürdürülebilir olmasını sağlar.
Dijital dünyaya ara vermek.
Modern hayatın dijital temposu, insan zihninin evrimsel olarak tasarlandığı ritimden çok daha hızlıdır. Sürekli uyaranlara maruz kalmak dikkat dağınıklığına, uyku kalitesinin bozulmasına ve duygusal tükenmeye yol açar. Bunun aksine doğa, zihinsel kaynakları yeniler ve bilişsel yorgunluğu azaltır. Dijital dünyadan uzaklaşmak, ekran süresini azaltmaya, doğanın ritmi ile uyumlanmaya ve bu sayede dinlenmeye yardımcı olur. Güneşin doğuşuyla uyanmak, mevsim değişimlerini fark etmek, doğal ışık döngüsüne göre yaşamak gibi pratikler aracılığıyla, doğayla uyumlu yaşamaya başladığımızda ise, onu daha çok anlamaya başlar, bize anlattıklarını fark eder ve unuttuğumuz dili yeniden hatırlayabiliriz.
Sanatta ve edebiyatta doğaya alan açmak.
Sanat ve edebiyat, doğayı anlamamıza, onunla duygusal seviyede bağ kurmamıza ve doğayı kültürel hafızamızın bir parçası olarak hatırlamamıza yardım eder. Çünkü tarih boyunca doğa, birçok toplumun mitolojisinde, halk hikayelerinde ve estetik anlayışında kimliğin temelini oluşturmuştur. Bu kültürel mirası hatırlamak, doğanın sadece korunması gereken bir çevre unsuru değil, aynı zamanda kimliğimizin bir parçası olduğunu fark etmemizi sağlar. Dolayısıyla doğayı konu alan sergilere gitmek, kitaplar okumak ya da filmler izlemek, ekolojik bir farkındalık yaratmanın ötesinde, kolektif bir bilinç inşa etmemize yardımcı olur. Böylece doğanın dilini anlamak ve onu korumak yalnızca çevresel bir konu olmaktan çıkar, kültürel bir sorumluluk haline gelerek güçlenir.
Doğanın içimizdeki yansımasını fark etmek.
Doğayla yeniden bağ kurmanın yollarından biri de onun içimizdeki etkilerini fark etmektir. Doğa; sadece dış dünyada değil, bedenimizin ve zihnimizin işleyişinde de etkilidir. Kalp atış ritmimiz, uyku düzenimiz, ruh halimiz ve enerji seviyemiz doğayla doğrudan bağlantılıdır. Örneğin, gün ışığı vücudumuzun biyolojik saatini düzenler ya da mevsimsel değişiklikler hormonlarımızı ve yeme alışkanlıklarımızı etkiler. Dolayısıyla doğanın farkında olarak, onunla uyum içinde yaşamak, aslında kendi sağlığımızı ve dengemizi korumak anlamına da gelir. Doğayı sadece dışarıdan gözlemlemek yerine, onun vücudumuz ve zihnimiz üzerindeki etkisini fark ettiğimizde, doğanın dilini yaşamımızın bir parçası haline getirmiş oluruz.
Wings ile hayatınıza değer katmaya, alışveriş keyfini ayrıcalıklara dönüştürmeye hazır mısınız? Siz de Wings’in ayrıcalıklı dünyasına katılmak ve size özel programlarını incelemek için link üzerinden başvurunuzu yapabilirsiniz!