Kuzey Yarım Küre yine tarihteki en sıcak yazlarından birini yaşıyor. İklim krizinin etkisiyle yaşanan aşırı hava olayları her gün hayatı felç ediyor, evlerimizi hatta hayatımızı tehdit ediyor. Maalesef iklim krizinin etkileri sel ya da yangın gibi felaketlerle sınırlı değil. Göç, kuraklık, kuraklığa bağlı gıda güvenilirliği, içme suyu kıtlığı, hava kalitesinde düşüş, hatta ev-araba sigorta fiyatlarında artış gibi birçok alanı etkilemeye devam ediyor. Örneğin; Kaliforniya eyaleti bu yaz yaşanan aşırı kuraklık nedeniyle elektrik üretim santrallerinde problem yaşanabileceği için klimaların belirli bir sıcaklığa sabitlenmesini istedi. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son raporu da artık kendimizi bu sorunların dışında tutabileceğimiz sınırı çoktan geçtiğimizi gözler önüne seriyor. Bu durumda doğal olarak yetkilileri, konuyla ilgili uluslararası kuruluşları, petrol devi şirketleri ya da kömür madeni işletmelerini suçluyoruz. Ancak işin garip tarafı bundan sonra gelen rahatlama hissiyle genellikle aynı şekilde yaşamaya devam ediyoruz. Bu yazımda iklim krizi ile ilgili nasıl bir kısır döngü içerisinde yer aldığımızdan bahsetmek istiyorum.
İklim krizi neden bir kısır döngü içinde?
Diyelim ki iklim krizinin beraberinde getirdiği sonuçlardan birisi çok daha sıcak geçen yaz mevsimleri. Hava daha da ısındıkça her yıl daha fazla klima, nem alıcı ya da vantilatör kullanıyoruz veya bu cihazları kullandığımız süreyi; hem gündüz hem gece kullanarak arttırıyoruz. Bu durumda geçtiğimiz seneye kıyasla daha fazla elektrik harcıyoruz. Örneğin; geçtiğimiz günlerde aşırı tüketimden dolayı ülkemizde elektrik kesintileri yaşandı. Eğer elektriğiniz fosil yakıtlardan üretiliyorsa, örneğin kömürle çalışan termik santraller, daha fazla fosil yakıt tüketmeye başlıyoruz.
Daha fazla fosil yakıt tükettikçe de küresel ısınmaya yani iklim krizine katkıda bulunuyoruz. Bu kısır döngüyü kırmak için beklentiler yöneticilerin yenilenebilir enerjiye; rüzgar, güneş, dalga enerjisine yönelmelerini beklemek ya da karbondioksit hapsedebilen teknolojilerin bu alanda çığır açmasını beklemek olabilir. Ne yazık ki beklemek için vaktimizin olmadığı IPCC raporu ile gözler önüne serildi. En gelişmiş ülkelerin yenilenebilir enerjiye geçiş ya da fosil yakıtları tamamen bırakma hedefleri en yakın 2030 – 2050 yılları arasında değişiyor. Bu hedeflerle içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmamız pek mümkün görünmüyor.
İklim krizi aynı zamanda bir kültürel kriz mi?
Aslında bu krizin temel sebebi insanların son yüzyılda kendi konforuna olan düşkünlüğü ve diğer tüm canlılardan üstün olduğunu düşünmesi. Bu kısır döngüden çıkabilmek adına hemen hemen her yerde bireysel olarak karbon ayak izimizi azaltmamız gerektiğini görüyoruz. Yani evimizde tükettiğimiz elektrikten yaktığımız benzine, yediğimiz yiyecekten satın aldığımız kıyafete kadar fedakârlık yapmamız gerektiğini.
Peki, birey olarak hepimiz bu kısır döngünün neresindeyiz? Evden çıkarken boş yere prizlerde takılı cihazları kontrol ediyor muyuz? Tatillerimizi sürdürülebilir alternatiflerle değiştiriyor muyuz? Apartmanımıza güneş paneli taktırmak iyi bir fikir olabilir mi diye araştırdık mı? Bilinçli bir şekilde et tüketimimizi ve araç kullanımınını azaltmaya hazır mıyız?
Konforumuz için Dünya’dan vazgeçmek, bizi daha önce hiç yaşamadığımız bir konforsuzluğa doğru süratle götürüyor. Tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmek sorumlu tuttuğumuz şirketleri ve yöneticileri farklı alternatiflere itecek, onları değişime zorlayacak. Bireysel değişim toplumsal değişimi, toplumsal değişim kültürel değişimi, kültürel değişim de küresel değişimi getirecek. Bugüne dek bu konuda yaşanan olumlu gelişmelerin hemen hemen hepsinde toplumsal bir çaba olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bu nedenle “Ben değişsem bile ne değişecek ki?” algısından sıyrılmamız kısır döngünün kırılmasının tek yolu oluyor.