Nietzsche, Zerdüşt eserinde “Karşına çıkacak en büyük düşman hep kendin olacaksın.” der. Kendiyle mütemadiyen savaş halinde olan insanın yıllar boyu yaşadığı belki de en önemli sorunu, kendini bilmemektir. Peki, nasıl kendimizi gerçekten bilebiliriz? Gerçek doğamız her ne ise onu nasıl bulabilir ve özümüze göre yaşamımızı sürdürebiliriz?
“Kendini bilmek”
İnsan kendini bilmeye, en çok yaşadığı deneyimlerle yaklaşır. Nazi soykırımından kurtulan Avusturyalı filozof Viktor Frankl şu ifadeyle önemli bir noktaya dikkatimizi çeker: “Kontrolünüz dışındaki güçler sahip olduğunuz her şeyi elinizden alabilir, bir tek yaşadığınız olaylara nasıl tepki vereceğinizi seçme özgürlüğünüz dışında.“
Danışanlarıma bireysel seanslarda ya da atölyelerimde bazen şu hikâyeyi anlatırım; iki arkadaş gazete bayisine uğrar. İçlerinden biri kibar bir şekilde gazete ister. Bayi çalışanı adama son derece ters bir tavırla gazetesini verir. Adam yine de kibarlığı elden bırakmadan teşekkür eder ve gazetesini alır. Arkadaşı, çalışanın nezaketsizliğine rağmen neden hala kibar davrandığını sorunca şöyle cevap verir; “Adamın bana davranışı onun karmasını belirler, benim buna verdiğim cevap ise benimkini”.
Hayata karşı gerçek doğamız
Hayat bir etki-tepki döngüsüyle devinir. Bu döngüde kişi mütemadiyen gerçek özüne ulaşmaya, onu keşfetmeye ve ondan yola çıkarak hareket etmeye mecbur bırakılır. İnsanlar, olaylar, sürekli kişinin tepkisini tetikler. Dolayısıyla takındığı tutum da kişinin doğasını ortaya çıkaran – ve elbette ki karmasını oluşturan – esaslardandır.
Bu satırları yazarken hemen aklıma 2001 yılında vizyona giren ve Milgram deneyini konu alan ünlü Alman filmi Das Experiment geldi. İzleyenler muhakkak hatırlar. Milgram deneyi, insanların otorite sahibi kişi veya kurumların isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde yatkın olduklarını ölçme amacını güdüyordu. Deneyi yapan Yale Üniversitesi psikoloğu Stanley Milgram ve ekibi çalışmanın sonucunda katılımcıların yüzde 65’inin itaate boyun eğdiğini ortaya koydu.
Düşüncelerin, korkuların ya da olumsuz özelliklerin değilsin
Zor zamanlarda kişi gerçek doğasının farkına varır. Milgram deneyinde otoriteye boyun eğmeyi reddedenlerin de ortaya koyduğu gibi. Fakat çoğu insanın kapıldığı yanılgı, gerçek doğası ile karakter özelliklerini birbirine karıştırmasıdır. Hiç kimse basitçe olumsuz karakter özelliklerine indirgenemez. Mevcut yaşam koşulları ya da yaşanmış travmatik deneyimlerden kaynaklı olarak böyle bir analoji kurmak, yalnızca ve yalnızca zihnimizin bize oynadığı bir oyundur. Kişi, korkuları ya da düşüncelerine de indirgenemez. Çünkü bunlar da zihnimizin ürünüdür. İnsan aslında bunların çok ötesinde bir varlıktır, tabii farkındalık içinde olursa.
Düşüncelerimiz, korkularımız ya da olumsuz özelliklerimiz değilsek, o zaman gerçek doğamız nedir?
“Uyur idik uyardırlar.”
Ünlü Budist rahip Mattieu Richard: “Kim’in ne olduğunu doğru bulmalıyız.” diye ifade etmiştir bu arayışı. Dini perspektiften bakıldığında Hristiyanlık cennettin krallığının içimizde olduğuna vurgu yapar, Tasavvuf “marifetü-n nefs”ten söz eder. Kim olduğumuzu keşfetmek Budizm’de de önemli bir temadır.
Buddha 2500 yıl önce yaşadığı aydınlanmayla özünü kavramış ve buna gerçek doğa ya da Buddha doğası adını vermiştir. Buddha öğretisinde, kişinin gerçek doğasının zaten orada olduğunu, yalnızca arzularının, korkularının ve yanılgılarının oluşturduğu bir perdenin ardında saklı kaldığını ifade eder.
Buddha Sanskritçe uyanış demektir. Öğretiye göre tüm canlı varlıklar Buddha doğasına sahiptir, ancak henüz uyanmadıkları için bu doğaları tezahür etmemiştir. Kişi eğer öfke, şiddet, ihtiras gibi olumsuz eylem ve duygulara kendini kaptırırsa o zaman gerçek doğasından uzaklaşır. Fakat eğer bunlardan kendini arındırarak zihnini uyandırırsa o zaman Buddha doğası hemen tezahür eder.
Oysa ki insanlar türlü türlü arzulara, sıkıntılara ve sanrılara kapılırlar. Tüm bunlardan dolayı sonsuz bir şekilde ölüm ve yaşam döngüsünü ifade eden samsaraya saplanırlar. Yani öğretiye göre tüm yaşayan varlıklar zaten aydınlanma potansiyeline sahiptir ancak bunun farkında değildir. Bu farkındalık eksikliği sebebiyle de hayatlar boyu acı içinde yaşayıp dururlar.
Aydınlanma potansiyelimiz
Kalbi ve zihni başlangıçta çok saf olan insan, zaman içinde arzularına ve dürtülerine yenik düşmüş, içinde kirlilikler ortaya çıkmıştır. Gerçek doğasından uzaklaşarak korku ve endişe içinde kaybolmuştur. Gözleri açık olsa da uyur gezer bir hal içinde varlığını sürdürmeye çalışmıştır.
Fakat Buddha, kişinin gerçek doğasının asla tamamen kaybolmadığını ve bu uyur gezer halden çıkma yeteneğinin herkeste olduğunu hatırlatır. Pir Sultan Abdal bunu “uyur idik uyardılar” diyerek ne güzel ifade etmiştir.
Nasıl “uyanırız”?
Buddha öğretisine göre zaten aydınlanmış bireyler olduğumuzdan tek yapmamız gereken perdeyi kaldırarak içimizdeki bu seviyeyi ortaya çıkarmaktır. Bunun için hiçbir yere gitmemiz gerekmez.
Deepak Chopra ne kadar farklı olursa olsun, tüm öğretiler aynı şeyi ima eder diyor; “Arayanın amacı burada ve şimdidedir, gidecek hiçbir yer, gidilecek bir yolculuk, yolunun başı ile sonu arasında hiçbir mesafe yoktur.”
Elbette ki her birey gerçek doğasını farklı şekillerde deneyimleyebilir. Kimi meditasyon yapar, kimi dua eder, kimi kendini bir işe adar. Günlük hayatımızda yapabileceğimiz en güzel şey ise, anda kalmak, farkındalık içinde olmak, açgözlülük, korku gibi karanlık duygulara karşı tetikte durmak ve yapabildiğimiz kadar şefkat ve bilgelikle karşılık vermektir.
Gerçek doğamız ve uyanmış bir zihin el ele
Budizm’e göre gerçek doğamızı ancak uyanmış bir zihinle deneyimleriz. Ve bu gerçek doğamız boşluk, hiçlik, yani kalıcı bir benliğin eksikliği, benliğin yokluğudur.
Öğretideki “doğa” ifadesinin iki anlamı vardır: farkındalık ve boşluk/hiçlik. Farkındalık, her birimizin sahip olduğu ve sürekli olarak net, süptil, bilge ve kendiliğinden farkında halindeki zihindir. Bu zihin neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğunu bilen bilge zihindir.
Boşluğun ya da hiçliğin anlamı ise uçsuz bucaksız uzay boşluğu değildir. Çünkü o boşluk, bilgelik içermez. Ancak Buddha doğası temelde boş olmasına rağmen, aynı zamanda erdem, bilgelik ve mucizevi güçlerle doludur. Yani mekansal boşluktan tamamen farklıdır.
“Uyanmak” ve bu hali deneyimlemek için hayatımızın parametrelerini değiştirmemize gerek yoktur. Bunun için inzivaya girmeye, ya da hayatımızda bir şeyleri toparlamayı beklemeye de gerek yoktur. Gerçek doğamıza arayarak değil, yaşayarak ulaşırız. Aramak kendimiz dışına çıkmaktır.
Ne demek peki bu? Balığın içinde yaşadığı suyun peşine düşmesi gibi. Oysa ki hayatın bize gelen değil, bizden ortaya çıkan bir şey olduğu gerçeğini anlamakla başlar her şey. Buradaki esas, içkin farkındalığımızdır. Gerçek doğamızın farkına varmak, nitelikler olmadan mevcut olanı olduğu haliyle idrak etmektir. Öğretinin söz ettiği boşluk, hiçlik ya da benliğin yokluğu budur. Bu boşluğu doğrudan deneyimlemektir ruhsal uyanış. Kendimizi hiçlik olarak gerçekleştirmektir.
Özünde ifade edilen şu aslında; gerçek doğamız olan Buddha doğasını kendi dışımızda aramamız gerekmez. Zihin uyandığında daha berrak görmeye başlar. Fakat zihin farkındalık içinde olmaz; dış koşullar tarafından sürekli uyarılır, aldatılır, çelmeye uğrarsa o zaman uyumaya devam eder. Oysa ki uyanmış, farkında, bilge zihin tüm yanılsamaları ortadan kaldırabilir ve böylelikle boşluğun/hiçliğindoğasını anlayabilir. Özünde her canlı bu yeteneğe sahiptir ve bu gerçeği açıkça anladığında, gerçek doğasını görmek için zihnini uyandırabilir.
Uyanmak için sanrılarımızı ve yanılgılarımızı aşmalıyız ki benliğin yokluğu olan boşluğu ya da hiçliği deneyimleyebilelim. Ta ki en sonunda o boşluk bile kaybolana kadar. Yazar, psikolog ve meditasyon eğitmeni Tara Brach’in şu cümlesiyle sonlandırayım; “Bize gerçek sığınak verebilecek tek şey, kim olduğumuza dair içkin farkındalık ve sevgidir, sonuçta, kendi gerçek doğamız budur”.