Gün geçmiyor ürünlerinde taklit ve tağşiş yapan firmalar ifşa edilmesin.
Ancak tüm bu çabalara rağmen, tükettiğimiz “güvenilir gıdalar” için her şey görünürde doğal, natürel, tabii, taze de olsa gıda terörünün içinde hayatımızı sürdürüyoruz.
“Gıda terörü” koşullarına ek olarak tek tiplileştirilmeye çalışılan gıda tüketim anlayışımız aslında gıda konusundaki tehdidi arttırıyor. Mutfak kültürü, bizim gibi Akdeniz ülkelerinde değerli bir hazine ve bu kültüre eskiden çok büyük önem atfedilirdi. Fakat son yıllarda küreselleşmenin etkisi ile yeme alışkanlıklarının aynılaştırılması, bu farklı kültürleri unutturmaya başladı. Oysa, bir ülkenin mutfak kültürünü koruması gerektiğine ve yerelliğin, yerel ürünlerin, yerel üreticinin altın değerinde olduğuna inanıyorum.
Endokrin bozucular hangileri?
Taze meyve-sebze, hayvansal gıdalar, paketli gıdalar veya dışarda yediğimiz yemekler içeriklerinde sağlığımıza zarar verebilecek maddeler barındırabiliyorlar. Bunlar sadece paketli gıdalardaki koruyucu maddeler değil neredeyse bütün gıda ürünlerimize bulaşan endokrin bozucu olarak bilinen ve düpedüz toksin maddeler.
Endokrin bozucular biyolojik veya endüstriyel kimyasallar olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin, tarım ilaçları, besin zincirine bulaşmış plastikler, paketleme için veya gıda saklamak için kullanılan plastikler (BPA gibi) ve ağır metaller endokrin bozuculara sadece birkaç örnek.
İnsan vücudunda yapılan araştırmalar gıda tüketimi dışında da pek çok farklı kaynaklardan maruz kaldığımız (örneğin kozmetikler, temizlik malzemeleri, kullandığımız eşyalar vs. nedeniyle) endokrin bozucuların sayısının 500’ün üzerinde olduğunu gösteriyor. Bu kimyasal maddeler, adı üstünde, hormon sistemimizi bozuyorlar özellikle kanser vakalarının nedeni olarak gösterilmelerinin yanı sıra üreme sistemi üzerinde de ciddi etkileri var.
Bilim dünyası bu etkilerin genlerimizi bozduğunu ve bu bozulmanın da gelecek nesillere aktarıldığını düşünüyor.
“Tüm hastalıklar önce bağırsakta başlar!” Hipokrat
Yeme-içme alışkanlıklarımızın hormon sistemimiz üzerindeki etkisinin yanı sıra yeni yapılan araştırmalar yediklerimizin, sindirim sistemi ve sinir sistemi sağlığımızı da etkilediğini gösteriyor.
Bunun nedeni sindirim sistemi ve sinir sistemi arasında keşfedilen doğrudan etkileşim (Hipokrat çok önce bahsetmiş ama unutup bulmak moda(!)). Sindirim sistemimize ikinci beyin denilmesi bu nedenle tesadüf değil. Mutfak kültürümüzü unutmamız, rafine gıdalar, bedenimize çok yabancı tatlandırıcılar, yağlar ve diğer katkı maddeleri, hassas ve önemli görevleri olan sindirim sistemimizin fonksiyonlarını olumsuz etkiliyor. Bünyemize çok yabancı ve sindirim sistemimizdeki yaşayan canlı dokuyu (mikrobiyotamizi) bozacak gıdalarla beslenmemiz, ruh sağlığımızı bile tehdit ediyor.
Sonuç olarak depresyon ve mutsuzluk ortaya çıkabiliyor.
Bilinçli tüketici olmamız şart!
İçindekiler kısmına baksak ne anlayabiliriz?
Kendinizi kimya dersinde hissedebileceğiniz içindekiler etiketi oldukça karmaşık. Bir bakışta glikoz şurubu, früktoz şurubu, palm yağı, trans yağlar, soya lesitini gibi içerikleri tespit etmek mümkün. Bu maddelerin insan sağlığına zararları bilimin halen tartıştığı konular. Dikkatinizi çekmek istediğim nokta, bu maddelerin potansiyel zararlarından ziyade bu maddelerin kesinlikle insan bünyesine çok yabancı rafine maddeler olduğu. Zararları da halen araştırma konusu olduğuna göre tercih edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Peki E kodlu katkı maddeleri?
Etiketlerde bir de meşhur E kodlu katkı maddeleri var. Tüketiciler için tamamen sır olan bu maddelerin ne olduğunu hemen anlayabilmemiz için teknoloji imdadımıza yetişmiş. Akıllı telefonlarınıza yükleyebileceğiniz uygulamalar yardımıyla almak üzere olduğunuz paketli gıda ürününü sorguya çekebiliyorsunuz.
Gıda terörüne karşı korunmasız değiliz!
Gerçek şu ki, mevcut tarımsal üretim koşulları ve gıda endüstrisinin işleyişi göz önüne alındığında gıda teröründen tamamen kaçınmak mümkün değil.
Ancak yapabileceklerimiz elbette var. Öncelikle etiketleri okumak ve seçici olmak gerekiyor. Risk yönetimi açısından, her türlü besin grubundan dengeli ve az miktarda tüketmemiz şart. Gıda terörünün vücudumuzda yarattığı metabolik stresi azaltmak için spor hayatımıza bir rutin olarak girmeli. Yine metabolik stresi azaltabilmek için beslenmemizde antioksidan kaynaklarına yer vermeliyiz. Son olarak da, sindirim sistemimizi güçlü tutabilmek için hem prebiyotik hem de probiyotik besinler tüketmeliyiz.
Prebiyotikler, çoğumuz için yeni bir grup besin olabilir. Bu grup besinler, bağırsak floramızda zaten var olan yararlı bakteriler için uygun ortam ve düzen sağlayan, sindirilmeyen karbonhidratlar olarak tanımlanmakta.
Örnek olarak soğan, sarımsak, karahindiba, kuru baklagiller, pırasa, bezelye, arpa, çavdar, kuşkonmaz, muz sıralanabilir. Probiyotikler ise hepimizin bildiği gibi canlı mikroorganizma içeren besinlere verilen isim. Örneğin kefir ve turşu gibi. Probiyotiklerin yarardan çok zararlı hale gelmemesi için uzmanların tavsiyesi ise mikroorganizma analizi yapılmış probiyotiklerin tüketilmesi.
Probiyotik almak tek başına işe yaramamaktadır, prebiyotik ve probiyotik birlikte çalışmaktadır.
Konu ile ilgili “daha fazla” bilgiye aşağıdaki yazılardan da ulaşabilirsiniz:
Kaynak: 1.Uluslararası Gıda ve Tıp Konferansı