İnsan, hiçbir şey yapmadan yaşadığını hissedebilir mi? Bu çok önemli bir soru. Sizi bir anlığına durup düşünmeye, daha doğrusu hissetmeye davet ediyorum.
“Sorumlu yetişkinler olarak aktif olmayı, maskülen bir doğaya sahip olmayı ve istediğimizi almayı, yaşamımızı kontrol etmeyi ve tuttuğumuzu koparmayı öğrendik… Herhangi biri gelip de akışa bırakmaktan, biraz gevşemekten, hafiflemekten bahsettiğinde histerik bir hale bürünüyoruz. Zaten halihazırda yeterince iyi olmadığımız hissiyle dolup taşarken en son hayal edebileceğimiz şey, olduğumuzdan daha da pasif bir hale gelmek.” Marianne Williamson
İlginizi çekebilir: Mindful Olmak Ne Anlama Geliyor?
Bizim içine doğduğumuz kültür korku dolu, yaban, soğuk ve sıkıcı bir kültür.
Acı olan şu ki bu kültürün öğretisi içinde, “sıkışmışlığımız” yüzünden gerçek anlamda yaşayamıyoruz. Yalnızca debeleniyoruz. Çünkü burada hakim olan öncelikler, duygu ve değerler bir hapishaneninkinden farksız. “Diğerlerinden üstün” olabilmek için hep bir şeyler yapmamız, bir yerlere koşmamız, zamanla yarışmamız, bir yerlere yetişmemiz, önemli birileri olmamız, servetimize servet, şanımıza şan, başarılarımıza başarı katmamız, henüz daha bebekken ödüller, madalyalar almamız, hep kendimizi ve yalnızca en yakınımızdaki sevdiklerimizi düşünmemiz ve bu uğurda “diğerlerini” feda etmemiz gerekiyor.
Sürekli konuşuyoruz. Sessizlikten ürküyoruz. Durmadan hareket ediyoruz. Durduğumuz anda gerileyeceğimizi düşünüyoruz. Bu sorgulanmadan kabul edilmiş anlayış, bizi özvarlığımızdan ve doğal yaşam ritmimizden kilometrelerce uzakta; öfkeli, hırslı, dedikoducu, olumsuz düşüncelerle dolu, önyargılı ve sevgisiz bir yerde yaşamaya mecbur bırakıyor. Yalnızlaştırıyor. Ne kendimizi sevebiliyoruz, ne de başkasını. Düşünmekten, cesurca hissetmenin nasıl bir şey olduğunu hatırlayamıyoruz.
Düşünmeyi durdurmak, aklımızdan pervasızca geçenleri susturmak ve rahatlamak için alkole, eğlenceye, sekse, yemeğe, dedikoduya, seyahatlere, işimize, alışverişe, antidepresanlara, envai çeşit uyuşturuculara sarılıyoruz. Daha da fena oluyoruz.
Kapsayıcılığımızı, merhamet duygusunu, iyi kalpliliğimizi, dinlemeyi, karşımızdakileri anlamayı, empati duyabilmeyi ve onlarla aramızda bağ kurmayı, birbirimizi koruma ve kollamayı, kültürün bir parçası olmak, dışlanmamak ve yalnız kalmamak yolunda unutuyoruz. Özünden bu denli uzak yaşamanın sonuçları ise kaçınılmaz: Anksiyete ve depresyon.
İlginizi çekebilir: Oksitosin Hormonu: Anksiyeteye Karşı Koymanın 4 Adımı
Oysa insan durduğunda mutlu olur.
Sürekli direnmeyi ve karşı koymayı bırakıp ardından yapacak bir işi, varacak bir istikameti, yetişecek bir yeri olmadan öylece gökyüzüne bakmaya, havayı koklamaya, soğuğu ve yağmuru yanaklarında hissetmeye, çocuk cıvıltılarını dinlemeye, sevdiğinin kalp atışlarını hissetmeye durduğunda yaşadığını hisseder.
Ama durmak korkutucudur. Çünkü durmak, pek çok şeyden vazgeçmeyi de beraberinde getirir. Kimlikler, işler, görevler, yapılması gerekenler… Ego, durmanın, hayattan o anlığına zevk almanın karşısına hep kaybedebileceklerini çıkarır. İçimizden bir ses sinsice zamanın çok kıymetli olduğunu ve durmaya vakit olmadığını söyler. Oysa durunca, şu an’ın büyülü derinliğini hatırlamaya başlarız. Yaratımın, yaşama sevincinin ve tarifsiz bir sevginin bizi bütünüyle sarmaladığı mistik “şu an”ın derinlerine inebiliriz. O derinlere inebilmek için ise bir şeylerden mahrum kalma ve kaybetme korkusunu kurban vermek gerekir zamana…
Durmaya niyet ettiğinizde, “Ama yaşam mücadelesi!” diyecek içinizden bir ses, “Ama ödenecek faturalar!” diyecek. “Bak sonra karışmam!” diyecek. Onun demeleri bitmez… O korkutur, tehdit eder, hapseder. Eğer biz onu dinlemeye, ona boyun eğmeye ve ısrarla onun sesleriyle tıpkı bir köle gibi özdeşleşmeye devam edersek…
“İnsanoğlu Homo Sapiens haline gelmeden önce, Homo Habilis’ten Homo Erektus’a evrildi. Ve evrimimizin her etabı öğrenme sonucu meydana geldi. Bazı insanlar yeni bir tür olan Homo Conscious’dan bahsediyorlar; bilinçli bir farkındalık kapasitesi olan insanlar. … Onlar eylemleri farkındalıkla yapmayı öğrenenler. Farkındalıkla yürüyor, farkındalıkla yiyor, farkındalıkla çalışıyorlar. Onlar, farkındalığın konsantrasyon ve -yaşamlarını daha derin ve tehlikeyi önleyecek şekilde yaşamalarına izin veren türde- bir sezgi/içgörü olduğunu öğrendiler.” Thich Nhat Hanh
Bu durumda bizim meydan okumamız gerek!
En çok da kendimiz zannettiğimiz, bizi ele geçirmiş olan bu mekanizmaya meydan okumamız. Bizi bu şekilde yaşamaya zorlayan dinamiği keşfetmemiz ve özümüze doğru, -aldığımız her nefeste yaşadığımızı hissetmek adına- zorlu bir yolculuğa çıkmamız… Yavaşlamamız…. Durmamız… Ezber bozmamız… Zoru seçmemiz… Savaşmamız… Farklı bir şey yapmamız…
Biz buraya bir sözle geldik: Zaman sanrısından kurtulmak ve içinde bulunduğumuz anın müjdesiyle yaşamak. Sonra bu sözü unuttuk. Yine zamanın vaatlerine kapıldık. Hayatın bize tek bir hediyesi var. O da geçmiş ya da gelecekte değil. Tam da şimdi. Şu anda. Burnumuzun ucunda. Neşe, sevinç, özgürlük, tatmin, aradığımız tüm duyguların barındığı an. Evet, şu anda bunu hissedemiyoruz belki. Çünkü üzerimizde yüklü bir geçmiş var. Ve o geçmiş üzerinden kimlik kazanmaya çalışan bir ego.
Bu zorlu yolculuğun en zorlu kısmı durmak. Çünkü eğer durmazsak, hissedemeyiz. Neden durmadığımızı biliyor musunuz? İçimizdeki acıya dayanamadığımız için. Pek çok kişi cesur olduğuna inanır. Fakat konu kendi içindeki acı ile karşılaşmaya geldiğinde tabanları yağlar. Ama gerçekten üstün olup olmağımızı, acıdan kaçmayı bırakıp onunla karşılaşma cesareti gösterip gösteremediğimizle ölçebiliriz.
İlginizi çekebilir: Acı ile Baş Etmenin Yolları
Farkındalık meditasyonları ise bu karşılaşmayı kolaylaştırmanın en kolay yoludur.
“Farkındalık enerjisi hangi duygunun geldiğini ve bizi kaçmaya zorladığını tespit etmemizi sağlar. Bilinçli olarak nefesimizde güçlü bir şekilde köklendiğimiz zaman kaçmak zorunda olmadığımızı, bize acı veren duyguları bastırmak zorunda olmadığımızı anlarız. İçimizde olup biteni net bir şekilde görebilir ve durma, duygularımızı kucaklama ve gerçek anlamda kendimize iyi bakma şansını değerlendirebiliriz.” Thich Nhat Hanh
Bu süreci aşağıdaki gibi formüle edebiliriz:
- İçinizdeki acı (olumsuz duygu) yükselmeye başladığı anda fark edin. Tıpkı av ağına atar gibi duygunuzu avlayın.
- İçinizdeki duyguya dikkatinizi yöneltin.
- Peşi sıra ya da onunla birlikte gelen düşünceyi izleyin.
- Onu, karşı koymadan kabul edin.
- Bu duygu ve düşünce ile özdeşleşmeyi bırakın. “Bu siz değilsiniz.” Her ne kadar sizi ele geçirmiş olsa da, o, siz değilsiniz. Siz bu aşamada sizi hapseden duygu-düşüncenin üzerine yöneltilen dikkatsiniz.
- Acıya ışık tuttuğunuzda, onun iyileşmesi için bir alan yaratmış olursunuz ve bu acı önce yükselir, sonra erimeye, yarattığınız alan ve dikkat sayesinde yerini özgürlük ve sevince bırakmaya başlar.