Her sene yıllık iznimin bir kısmını nerede geçireceğimi çok önceden planlar, titizlikle otel seçimi yapar, fakat doğanın en bakir kuytularında butik bir otel de seçsem, klasik bir yaz tatili deneyiminin dışına çıkamazdım.
Otel, deniz, TripAdvisor’dan seçilmiş restoranlar üçgeninde geçen zaman dilimi, aslında tatilden çok iş hayatına alelacele verilmiş bir moladan fazlası değildi.
Üzerimizden sıyırıp atamadığımız şehrin ritmi, bizi tatilde bile rahat bırakmayarak sürekli bir şeyleri; mesela en iyi restoranları, en iyi yemekleri, mojitosu en iyi barı, en iyi kahve dükkanını, en güzel takıların satıldığı tasarımcı mağazasını, güneşin batışını en iyi gören tepeyi bulmanın peşinde sürükleyip duruyordu.
Takip ettiğimiz gezi blogger’larının belirlediği gezi rotalarını referans alıp, başkalarının ayak izini takip etmeye çalışarak yaptığımız şeyin adına tatil diyorduk.
Bu yıl sadeleşmeye karar verdim!
Bu sene İzmit’in çam kokulu dağlık bölgesi Servetiye Köyü’nde erkek arkadaşımla beraber geçirdiğimiz 20 günlük inziva sonunda anladım ki, doğayla iç içe olmak, klasik sahil kasabası tatillerinden çok farklıydı.
Peki, neden bu yaz açık büfeyi değil de köy hayatında 20 gün geçirmeyi tercih ettim?
Bu yaz belki de farklı bir şey deneyimlemek istediğim ve kalabalıktan sıkıldığım için sadeleşme ve inzivaya çekilme ihtiyacı hissettim. İnsanlardan, arkadaşlarımdan ve hatta ailemden uzak, bir süre durup dinlenme, göğüs kafesime yayılan hisleri ve zihnimi dinleme, yalnızca yemyeşil bir dağlık alan, ağaçlar ve gökyüzüne bakan bir evin bahçesinden olan biteni izleme ihtiyacı…
Bu ihtiyacı sezinlememle de beraber, kendimi doğrudan doğanın kollarına bırakabileceğim böyle bir tatili tercih ettim. Böylelikle, zihnimi, ruhumu, bedenimi özgürleştiren ve şifalandıran bir dizi sürecin başlaması için ilk adımı atmış oldum.
Şifalanma yolculuğu, sadeleşme ile başladı.
Şifalanma yolculuğu, sadeleşerek başladı. Bir köyde yaşamanın sadeliğini her şeyden önce bavulumda hissettim. Burada topuklu ayakkabılara, en sevdiğim çiçekli elbiseme, makyaj malzemelerime ve daha bir sürü ıvır zıvıra ihtiyacım yoktu.
Pijamalarım, birkaç rahat kıyafet, kitaplarım, bilgisayarım ve terliklerimle yerleştim bu mütevazi eve. İlk günler ısrarla kremlerimi sürmeye devam etsem de, ilerleyen günlerde cildimin kremsiz de parıl parıl parladığını görünce, kremsiz, duş jelsiz, doğal sabunlarla yaşamanın tadını çıkardım.
Yemek yaparken rendelediğim patates ve havuçların avucumda suyunu sıkıp bu suyu pamukla cildime sürdüm, mis gibi ışıldadı cildim. Saç kurutma makinesi bile kullanmadan kuruttuğum ve hiçbir özen göstermediğim saçlarım parıl parıl parlamaya ve hatta dolgunlaşmaya başladı.
Gündelik hayat da sadeleşiyordu. Aceleyle ağzımıza tıkıştırdığımız hafta içi kahvaltılarının yerini, özenle ve titizlikle hazırladığımız uzun kahvaltı seremonileri aldı. Sofralarımızda komşularımızın mahsulleri olan üzümler, incirler, zeytinler, mısırlar, biberler, domatesler ve yumurtalar vardı (burada komşular birbirine karşılıksız kendi yetiştirdikleri ürünlerden verirmiş).
Yoğurdu kendim mayaladım. Odun kesmeyi, ateş yakmayı öğrendim. Geceleri sebzelerimizi, kahvelerimizi ateşin közünde pişirip tatlarına baktığımda, şehirde hiç duymadığımız ne çok tat olduğunu düşündüm.
Şehirde yediğimiz, içtiğimiz hemen her şey, burada yediklerimizin “gibi”siydi sanki. Domates gibi, salatalık gibi, yumurta gibi…
Buradaysa, her şey ve her “an” gerçekti. Geceleyin çimlerin üzerine çiğ düşmüşken göğe bakıp, kayan yıldızları yakaladıkça çocuk gibi sevinip dilek tutmanın keyfi gerçekti… Sıcak iklimlere göçme vakti gelen yüzlerce leyleğin, sanki elimi uzatsam tutacakmışım kadar yakın bir mesafeden, üzerimizden uçup gitmelerine ilk kez şahit olurken mutluluktan attığım çığlık gerçekti.
Sonra o leylekler elektrik tellerine takılıp da köyün elektriğini kestiğinde, bütün gece zifiri karanlıkta ve karıncanın ayak seslerini dahi işittiğimiz bir sessizlikte; ışıksız, mumsuz, müziksiz, internetsiz, arkadaşsız, muhabbetsiz, kitapsız “durmak” gerçekti.
Heybetli dağların ortasındaki bu küçücük mavi ev, hayatım boyunca aldığım eğitimlerin, tanıdığım insanların, okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin, gezdiğim yerlerin öğrettiklerinden farklı bir şeyler fısıldıyordu bana.
Burada rüzgarın, hışırdayan ağaç yapraklarının, gecenin kayan yıldızlarının, göçebe leyleklerin, uzaklardan ulumalarını duyduğumuz vahşi hayvanların, toprağın bize sunduğu bereketli sebzelerin oluşturduğu bu şiirsel bütünlük içinde zaman akıp giderken, yaşamın özüne dair ne az şey bildiğimi fark ettim. Bu sonsuz gökyüzü, bu orman, belli ki kitaplardan daha derindi.
Dingin ve yoğun bu inzivanın sonunda, bir an geldi ve bu uçsuz bucaksız evrenle bağ kurmamı sağlayan bir nefesle, sadece bir kere içime çektiğim ve dışarı verdiğim tek bir nefesle beraber geçmişimin, köklerimin, tedirginlik duyduğum geleceğimin içimdeki sımsıkı düğümleri gevşeyiverdi. Fark etmeden, deri değiştirmiş gibiydim.
Bu sürecin sonunda, doğanın kucağında geçirdiğim bu inzivadan ne kadar da keyif aldığımı düşünüyorum şimdi.
Oradayken ne yaparsam yapayım neşeyle yaptığımı, herhangi bir şeyi yapmak istemediğimde, onu yapmak için kendimi zorlamayışımı, tahammül sınırlarımın dışındaki hiçbir yükü taşımak zorunda olmadığımı, beni mutlu eden tatlar, dokular, renkler, kokular, sesler ve hisler arasında dolaşıp durduğumu fark ettim. Bir çocuk gibi… Bir yavru kedi gibi…
İlginizi çekebilir!