YAZAN: ALEYNA TEPE İPER
In partnership with Wings

Maalesef artık “yalnızca var olmak” yeterli değil… Sosyal medyadan kariyer hedeflerine, kişisel gelişimden gündelik yaşama kadar hayatın her alanında sürekli bir şeyler üretmemiz, paylaşmamız ve görünür kılmamız gerektiğini hissediyoruz. Kendimize dayattığımız bu baskı, üretmediğimizde ya da ürettiklerimizi görünür kılamadığımızda suçluluk, yetersizlik ya da eksiklik hissetmemize neden olurken, aynı zamanda iç dünyamızla kurduğumuz ilişkiyi de derinden etkiliyor. Peki, bu bitmek bilmeyen üretme ihtiyacının kaynağı ne? Bizi sürekli bir şeyler yaratmaya iten bu içsel ve dışsal baskıların kökeni neye dayanıyor? Modern dünyanın saklı kalmış kurallarının, psikolojik ihtiyaçlarımızın ve kültürel değerlerin bu üretim baskısında nasıl rol oynadığını araştırdık!


Üretkenlik kimliğimizin bir parçası

Son yıllarda birçoğumuz başarıyı üretkenlikle eş anlamlı görmeye başladık. Başarılı olmak artık çok çalışmak, sürekli yeni bir şeyler ortaya koymak, bir hedefi tamamladığımız anda bir sonrakine yönelmek anlamına geliyor. Çocukluk yıllarımızdan itibaren bize öğretilen bu bitmek bilmeyen ilerleme döngüsü, bugün modern yaşamın yazılı olmayan kurallarından biri haline gelmiş durumda. Eğitim sisteminden iş dünyasına, sosyal ilişkilerden dijital dünyaya kadar her alanda “sürekli üretmek” sessiz bir beklenti olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik bu kültürel çerçeve, çoğu zaman biz farkında bile olmadan, kimlik algımızı derinden etkiliyor. Kendimizi ne kadar “verimli”, “yaratıcı” ya da “faydalı” olduğumuz üzerinden tanımlıyor; sadece var olmanın yeterli olduğu anları kabullenmek yerine, sürekli bir üretim halinde olmayı kimliğimizin ayrılmaz bir parçası gibi görüyoruz. Üretmediğimiz, paylaşmadığımız ya da gözle görülür bir ilerleme kaydetmediğimiz zamanlarda ise, içten içe bir yetersizlik, değersizlik veya boşa harcanmışlık hissiyle yüzleşiyoruz.

Oysa derinlerde bir yerde, biliyoruz ki asıl değer yalnızca ortaya koyduğumuz sonuçlarda değil; sürecin kendisinde ve yaşadığımız deneyimlerde saklı. Yine de içinde yaşadığımız kültür, üretimin somut çıktılarla ölçüldüğü bir değer sistemi inşa ettiği için bu içsel farkındalığa tutunmak her zaman kolay olmuyor. Toplumda kabul gören tanımlara uyum sağlamak ve onaylanmak adına, çoğu zaman bu yanılsamayı sorgulamadan benimsiyoruz. Böylece üretmek, yalnızca bir yaratım eylemi olmaktan çıkıp kim olduğumuzu tanımlayan sıfatlardan biri haline geliyor.

Üretmek için yaşamak

Bugün hepimiz sosyal medyaya bağımlı halde yaşıyoruz. Tüm bu mecralar “görünürlüğü ödüllendirmek” üzerine işleyen bir sisteme dayanıyor. Yani bir anlamda, var olmak için görünür olmak şart koşuluyor. Platformlar bizi sürekli olarak yeni içerik üretmeye teşvik ediyor ve beraberinde sürekli paylaşımda bulunmak, deneyimleri estetik bir biçimde sunmak, özel anları içeriğe dönüştürmek gibi beklentileri artırıyor.

Bu durum ise bizleri, hayatı yaşamak yerine belgelemeye yöneltiyor. Yani yaratma ihtiyacı, artık içsel bir dürtüden çok dışsal bir zorunluluk haline geliyor. En kötüsü ise bir noktadan sonra sosyal medyaya içerik üretebilmek için yaşamaya başlıyoruz. Ve bu döngü içinde sosyal medya algoritmaları, sürekli yenilik ve etkileşim beklentisiyle yaratıcı süreçlerin doğallığını bozuyor, hayatlarımızı kontrol etmeye başlıyor. Yaratmak, ifade etmek ya da paylaşmak ise keyifli bir üretim süreci olmaktan çıkıp bir zorunluluk haline gelerek sürekli “üretme” kaygısını tetikliyor.

Onaylanmak için üretmek

İnsan, doğası gereği kabul görmek ve onaylanmak ister. Bu oldukça temel, insani ve evrimsel bir ihtiyaçtır. Ancak dijital çağda bu ihtiyaç farklı bir forma bürünüyor. Beğeniler, yorumlar ve paylaşımlar yoluyla gelen geri bildirimler, birçoğumuz için sadece dışsal bir takdir değil, aynı zamanda içsel değer algımızın temel belirleyicileri haline gelmiş durumda.

Bir içerik paylaştığımızda gelen beğeniler ve olumlu yorumlar, beynimizde dopamin salgılanmasını tetikliyor. Dopamin, ödül sistemiyle doğrudan bağlantılı, motivasyonumuzu ve haz duygumuzu artıran bir hormondur. Salgılandığında ve zihinsel olarak iyi hissettiğimizde, aynı davranışı tekrar etme eğilimi gösteririz. Sosyal medyanın sunduğu hızlı geri bildirimler, iyi hissetmek için ihtiyacımız olan onaya hızlıca ulaşmamızı sağlayarak dopamin seviyelerimizi artırıyor. Bir içerik paylaştığımızda gelen bir beğeni, bir tane daha ve bir tane daha… Ne kadar çok onay alırsak, o kadar sık üretmek istiyoruz. Bir zaman sonra ise paylaşmak, üretmek ve görünür olmak, onay alma beklentisiyle beslenen bir alışkanlığa, hatta bağımlılık yaratan bir döngüye dönüşüyor. Dolayısıyla kendimizi ifade etmek için değil, değerli hissetmek, onaylanmak ve görülmek için üretmeye başlıyoruz.

Bir ifade biçimi olarak üretmek

Her insanın içinde, anlatma, anlama ve anlaşılma arzusu vardır. Kelimelerle, görsellerle, sesle ya da hareketle; bir şekilde iç dünyamızı dış dünyaya yansıtmak, benliğimizi görünür kılmak isteriz. Üretmek, bu bağlamda kendimizi ifade etmenin en temel yollarından biridir. Duygularımızı, düşüncelerimizi, değerlerimizi ya da kimliğimizi yansıtmak için bir şeyler üretiriz. Bir şiir yazarız, bir fotoğraf çekeriz, bir fikir ortaya koyarız ya da bir proje geliştiririz. Bunların hepsi “Ben buradayım ve bu benim gerçeğim” deme ihtiyacımızdan kaynaklanır.

Yıllardır süre gelen bu ihtiyacımız ve onu giderme çabamız son yıllarda sosyal medya aracılığıyla çok daha görünür bir hal aldı. Kendini ifade etmek istiyorsan ortaya bir şeyler koymalısın ama bu da yetmez bir de onu görünür kılmalısın… Bu inanç iç güdülerimizle gerçekleştirdiğimiz gerçek “üretme” halini, sürekli tükenen ve bir yenisine ihtiyaç duyulan bir seri üretim haline dönüştürüyor. Dolayısıyla kendimizi ifade etmek için başladığımız yaratım süreçleri de zamanla onay alma arzusuna, daha fazlasını yapma baskısına veya yeterli görünme ihtiyacına evrilebiliyor.

Bunun sonucunda üretim süreci artık bir ifade alanı değil, bir performans alanı haline geliyor. “Ne kadar anlatırsam o kadar görünürüm, ne kadar görünürsem o kadar değerliyim” inancı zihinlerimize yerleşiyor. Bu da ifade etmek için üretmektense, üretmek için kendimizi belki de istemediğimiz kadar ifade etmemize sebep oluyor. Bu noktada kendimize şu soruyu sormak faydalı olabilir: Gerçekten anlatmak mı istiyorum, yoksa anlatmam gerektiğini mi düşünüyorum?

Peki ya “üretemezsek”?

Sebebi ne olursa olsun hepimizin zaman zaman hissettiği “üretme” baskısının her zaman üretimle sonuçlanması pek de mümkün değil. Hiçbirimiz her zaman üretemeyiz. İçimizden gelmeyebilir, yorgun olabiliriz ya da gerçekten aklımıza bir fikir gelmez ve bu oldukça doğaldır. Oysa modern dünyada üretmediğimizde kendimizi eksik, yetersiz ya da tembel hissediyoruz çünkü üretmemek, çoğu zaman “boşa geçen zaman” ya da “verimsizlik” gibi etiketlerle anılıyor.

Hayat zıtlıklardan oluşur ve bu zıtlıklar arasındaki denge bozulduğunda zihinsel ve fiziksel problemler yaşamaya başlarız. Devamlı üretme ihtiyacı da bu zıtlıklar arasındaki dengenin bozulduğunun işaretidir. “Hareket”, ancak “hareketsizlik”le dengelendiğinde fayda sağlar. Durduğumuz, kabuğumuza çekildiğimiz ve dinlenmeye adadığımız zamanlarda üretmemek bir eksiklik değil; bazen bir ihtiyaç, bir hak ve bir denge kurma çabasıdır. Üretmeden durabilmek için kendimize izin verdiğimizde yalnızca bedenimizi ve zihnimizi değil, üretmekle kurduğumuz ilişkiyi de dinlendirmiş oluruz. Bu duraklamalar, yeni fikirlerin oluşması, duyguların çözülmesi ve içsel dengenin kurulması için gerekli alanı sağlar.

Üretme baskısı ile ilişkimizi dönüştürmenin ilk adımı, üretmemenin yarattığı suçluluk hissini sorgulamak ve bu duygunun aslında toplumsal beklentilerle şekillendiğini fark etmektir. Çünkü her duygu, düşünce ya da deneyim üretime dönüşmek zorunda değildir. Bazı şeylerin sadece yaşanması, hissedilmesi ya da içimizde kalması da yeterlidir. Bu da bir varoluş biçimidir ve yaşananların değerinden hiçbir şey kaybettirmez. Kişisel düzeyde neden “üretme” baskısı hissettiğinizi sorgulamak için kendinize birkaç soru yöneltebilirsiniz:

  • Ne zaman gerçekten yaratmak istiyorum ve ne zaman yalnızca yaratmak zorundaymışım gibi hissediyorum?
  • Hangi üretimler beni besliyor, hangileri ise tüketiyor?
  • Hangi alanlarda “yeterli olma” baskısıyla hareket ediyorum?
  • Hayatımda sadece “var olmanın” da yeterli olduğu anlara alan açabiliyor muyum?

Bu sorular üzerine düşünmek, kendi deneyiminizi daha iyi anlamanızı, üretmemenin bir başarısızlık değil; bilinçli ve sağlıklı bir tercih olabileceğini fark etmenizi sağlar. Üstelik bu farkındalıkla birlikte zorunda olduğunuz için değil, gerçekten içinizden geldiği için üretmeye başlarsınız.


Wings ile hayatınıza değer katmaya, alışveriş keyfini ayrıcalıklara dönüştürmeye hazır mısınız? Siz de Wings’in ayrıcalıklı dünyasına katılmak ve size özel programlarını incelemek için link üzerinden başvurunuzu yapabilirsiniz!



Aleyna Tepe İper

1997 yılında İstanbul’da doğan Aleyna, lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans eğitimine Bahçeşehir Üniversitesi’nde Klinik Psikoloji alanında devam ediyor. Çocukluğundan beri duygu ve düşüncelerini yazarak ifade eden Aleyna, iyi yaşam konseptine duyduğu ilgiyi yazma tutkusuyla birleştirerek Live to Bloom’da editör olarak çalışıyor. Akademik ve deneyimsel olarak kendini...



BLOOM SHOP