Beynimizin Parmak İzleri ve Duygular Nasıl Oluşur? kitabının yazarı, bilim insanı, Prof. Lisa Feldman Barrett uzun yıllardır, araştırma ekibiyle birlikte “duygular” konusunda çalışmalar yapıyor. Günümüzde hala insanlar ABD gibi ülkelerde sırf yüz ifadesi güven vermedi diye yargılanabiliyor, hatta idam edilebiliyor. Lisa Feldman Barret, geçtiğimiz günlerde sinir bilimci Andrew Huberman’ın podcast’ine konuk oldu ve kendi çalışmalarına göre “duygu” dediğimiz şeyin aslında ne olduğunu anlatmaya çalıştı.
Geleneksel bakış açısına göre duyguları nasıl anlıyoruz?
Siz de bir şeyler düşünürken ya da bir işe konsantre olduğunuzda kaşlarınızı çattığınızla ilgili eleştiri alanlardan mısınız? Hayatım, kendi kendime konsantre olduğum zamanlarda dışarıdan biri beni görünce, “Neden sinirlisin?” sorusunu duymakla geçti… Bunun sebebi her duygunun belli bir yüz ifadesi olduğunu sanmamız. Genel yargıya göre, birinin kaşı çatıksa o kişi sinirlidir, gülümsüyorsa mutludur. Bedenin dışında bir şeyler olduğunda bedendeki ve beyindeki fizyolojik durumun da değiştiğini düşünürüz. Yüzümüzde yaşanan bu değişimin içimizdeki duygudan kaynaklandığını sanarız. Ancak gerçek bundan çok uzak. Bu teori neredeyse tamamen çürütüldü ve duyguların parmak izi gibi evrensel yüz ifadeleri olmadığı ortaya kondu. Örneğin, Batı’da yapılan bilimsel çalışmaların meta analizi, aslında kaşlarını çatan kişilerin sadece %35’inin öfkeli olduğunu gösteriyor. Bunun aksine kaşları çatık kişilerin %65’i o an içlerinde farklı bir duyguyu yaşıyor. Kısacası, hepimizde bedenimizin dışındaki çevresel değişimler nedeniyle bedensel değişiklikler ve kas hareketleri oluşur. Bu değişiklikleri ve hareketleri genel yaşam şeklimiz ve hissettiğimiz “duygu” olarak adlandıramayız. Evet, yüz kası hareketlerimiz var ve bu hareketler duygularımızla ilişkide olabilir ama bu hepimizin üzgün olduğunda aynı kas gruplarımızı çalıştırdığımız anlamına gelmiyor.
“Duygu” tam olarak nedir?
Uluslararası bilim camiasında halen duygularımızın beynimizde ve bedenimizde nasıl oluştuğu ve ortaya konduğu konusunda ortak tek bir karar yok. Bu konu hakkında farklı pek çok teori mevcut. Batı kültürüyle büyüyenler olarak bugüne kadar herkes tarafından kabul gören klasik teoriye dayanarak “kaşımız çatıksa sinirliyizdir” gibi duygularımızı nasıl ifade ettiğimize dair genellemeler öğrendik. Psikolog ve sinir bilim uzmanı Lisa Feldman Barrett ve ekibinin çalışmaları ise duygulara başka bir yönden bakarak klasik teoriyi yerinden oynatıyor. Duygular için böyle evrensel ve fiziksel genellemeler ve göstergelerden bahsedemeyeceğimizi söylüyor. Barrett, yaptıkları çalışmaların okullarda öğretildiği gibi bir duygu sistemi ya da yüz ifade sistemi diye bir şeyin olmadığını kanıtladığını iddia diyor.
Barrett’a göre yüz kaslarının belli bir yönde hareket etmesi, o hareketi “öfke” ifadesi gibi bir duygu sınırı içinde sınıflandırılabileceğimizi göstermiyor. Yüzümüz de kolumuz ve bacağımız gibi yalnızca gün içinde hareket ediyor. Bu hareketin “normal” bir hareket olarak algılanması gerekiyor. Yüz ifadesi dediğimiz şey ise, o yüz hareketine bir anlam yüklemek anlamına geliyor ve Barrett’a göre bilimsel olarak bu anlamı yükleyecek tutarlı verimiz yok. Örneğin, öfkelendiğimizde bazen susarız bazen ağlarız bazen kaş çatarız. Öfkelendiren durumun koşullarına bağlı olarak vücut hareketlerimiz birbirinden farklılık gösterebilir. Böyle düşünüldüğünde, yüz ifadesi okumaya çalışarak birinin ne hissettiğini anlamaya çalışmamız boşa vakit kaybı oluyor çünkü Barrett’a göre yüz okumak mümkün değil. Yaptığımız sadece kendi tecrübelerimize dayanarak karşımızdakinin yüzündeki kas hareketlerinden kendi yorumumuzu düşünmekle sınırlı kalıyor. Bu yorum, bilimsel olarak yüzde elliden yüksek ihtimalle yanlış bir yorumlama olarak kabul ediliyor.
Dilimiz duyguları tanımlamak için yeterli mi?
Barrett’ın öne çıkardığı bir başka konu da dilin duyguları tanımlamadaki yetersizliği. Mesela, Japonya’da kuaförde yapılan saçı beğenmeyince hissedilen duyguyu ifade eden bir kelime bulunuyor. Barrett, ekibinin Afrika yerlileriyle yaptığı çalışmaların sonucunda orada yaşayanların modern Batı kültüründe yaşayanlara göre “dil” konusunda çok daha gelişmiş olduğunu belirtiyor. Bizim “öfke” diye tek bir kelime ile ifade ettiğimiz yüz ifadesini onlar birden fazla, pek çok farklı kelimeyle ifade etmiş. Mesela, bizim “korku” ifadesi olarak tanımladığımız gözleri açık yüz ifadesi Malezyalılarda birini tehdit etmek anlamına gelen bir ifadeymiş. Yani, aslında sınırlı dil dağarcığımızla duygularımıza isimler takmaya, onları kategorize etmeye çalışıyoruz. Bu başlı başına bir hata gibi görünüyor çünkü duygular o kadar çeşitli ve karmaşık ki kullandığımız dildeki basit bir kelime ya da yüz ifadesi ile onu sınıflandırmak hiç gerçekçi değil. Bu bakış açısıyla şunu sorgulayabiliriz: Bir kategoriye sokup isimlendirmeden ne hissettiğimize bakabilir miyiz?
Gülümseyerek beynimi gerçekten kandırabilir miyim?
“Beyin ve beden arasında durmadan devam eden bir sinyal alış verişi var.” diyor Barrett. Yani bedenden gönderilen sinyaller düzenli olarak beyne gidiyor, beyinden de sürekli diğer organlara iniyor. Dolayısıyla yaptığımız her bedensel hareket -sadece gülümsemeye özel değil- beyne sinyal gönderiyor ve beyin bunları işleyip vücuda sinyaller gönderiyor. Zaman içinde beynimiz gelen bazı sinyallerin sıklığı sayesinde (pattern) “öğrenme”ye başlıyor.
Hayatınız boyunca her gülümseyişinizden sonra mutlu hissettiyseniz muhtemelen beyniniz gülümseme hareketinizden sonra mutluluk hissettiğinizi öğrendi. Her gülümsediğinizde hareket eden yüz kaslarınız beyninize öngörü sinyalleri göndererek “Birazdan mutlu hissedeceğim.” öğretisini aktifleştiriyor olabilir. Dolayısıyla eğer mutluluğunuzu gülümseyerek yaşamayan biriyseniz bu öngörü sizde çalışmayacaktır. Gülümseme-mutluluk arasındaki bu örnek tüm beden kas hareketleri ile onların beynimize zamanla öğrettiği duygu için geçerli olacaktır. Yani, evrensel bir duygu sistemi yoktur. Herkesin kendine has çalışan öğrenilmiş, deneyime ve öngörüye dayalı tepkileri vardır.
Genler mi kültür mü?
Sadece genler değil, kültürel miras/soyaçekim (cultural inheritance) diye bir şey de var. Beynimiz sırf genetik bilgiler sayesinde yüzleri tanımıyor, kendini besleyip konforlu tutacak yaşamsal aktivitelerinin devam edebilmesi için tekrar eden (pattern) bilgileri öğrenerek de yüzleri tanımaya başlıyor. Beslenmeye ihtiyacı olan bir doğamız var. Yani “erken öğrenme”ye ihtiyacı olan genlerimiz var. Bedenimizde nasıl ağlar kurulacağı dünyadan gelen bilgilerle belli oluyor. Hamileliğin 3. trimester döneminde bu öğrenme sürecimizin başladığı bilimsel olarak gösterildi. Bu da demek oluyor ki gülümsemenin mutluluğun bir parçası olduğunu düşünen biriysek, öyle tepki veren bir ebeveynden kültürel soyaçekim sayesinde farkında olmadan öğrenmiş olabiliriz.
Peki gerçekten serotonin mutluluk, kortizol stres hormonu mu?
Lisa Feldman Barrett, “Serotonin ve kortizon için doğrudan mutluluk veya stres hormonu diyemeyiz. Serotonin mutluluk hormonu değildir; metabolizmayı yöneten moleküllerden biridir ve sonunda bir ödül olup olmadığını bilmediği durumlarda insanların/hayvanların kaynaklarını doğru yönetmesini sağlar. Kortizol stres hormonu değildir; beyin büyük bir metabolik harcama olacağına inandığında daha çok salgılanan bir hormondur. Dolayısıyla bir araştırmaya ‘kategorize ederek’ değil de ‘sinir sisteminin ne olduğunu, nasıl çalıştığını, nasıl evrildiğini, nasıl geliştiğini, anatomisini vb anlamaya çalışarak’ başlamalıyız.” diyor. Böyle baktığı için de beyni, popüler anlayıştaki birçok kişiden farklı bir yerden görüyor.
Onun için beyin uyaranlarla harekete geçen ya da kendi modelleme sisteminde anlamlar çıkaran bir organ değil. Beynin bildiği tek şey bedendeki duyumsal sistemlerden gelen sinyallerdir. Sadece retinanızdan, kulağınızdan, derinizden gelen bilgiyi modeller. Beynin bildiği tek şey, bedendir. Dünyayı beden ve bedenden aldığı sinyaller sayesinde modeller.
Kafatası dediğimiz karanlık ve sessiz bir kutuya kapatılan beyin, düzenli olarak bedenden duyumsal sinyaller alır. Bu sinyaller aslında birtakım değişikliklerin sonucunda oluşur ama beyin bu değişimin ne olduğunu ya da neden olduğunu bilmez; sadece gelen sinyali bilir. Bu nedenle, hayatta kalabilmek için sinyalin sebebi hakkında tahminde bulunmak zorunda kalır. Felsefede buna devrik (inverse) problem denir. Bir tahmin etme makinesi gibidir. Örneğin bir “bam” sesi duysanız, bu ses ne anlama gelir? Bir arabanın kapısı çarpmış olabilir, egzoz sesi olabilir, ateş etme sesi olabilir. Beyin doğrusunu bilemeyeceğinden tahmin eder ve bu tahmin etme eylemi zeka içermez. Bu, bir hareket planıdır. Vücudun iskelet sistemini desteklemek için iç durumunu değiştirmeye yönelik bir plan: Koşmalı mıyım? Pencereyi kapatmalı mıyım? Şemsiyeye ihtiyacım var mı? Ne yapmalıyım? Peki bu planlar nereden gelir? Elbette, beynimizde ağlar oluşturmuş geçmiş deneyimlerimizden.
Konforsuz alanda kalabilmek
Ameliyat sonrası ağrılı süreçte ağrıyı tamamen ortadan kaldıracak derecede ağrı kesici kullanmayı reddeden Barrett, bedende konforumuzu kaybettiğimiz anların aslında bizim için öğretici olduğunu düşünüyor. Buna psikolojik olarak konforsuz anlar da dahil. Biraz kötü hissettiğimizde antidepresan kullanmaya başlamak yerine metabolizmamızın bize ne söylemeye çalıştığını dinlememiz gerektiğini savunuyor. Kızının hayatından örnek veren Barrett, ağır bir depresyon sürecindeyken kızına sadece anti-enflematuar ilaç verip uzun ve güzel bir uyku çektirdiğinde ertesi sabah kızının çok daha enerjik ve iyi hissederek uyandığını anlatıyor çünkü tıpkı diyabet ya da obezite gibi depresyon da metabolik bir durum.
Metabolizmaya etkimizin sınırlı kaldığı zamanlarda fiziksel olarak birilerine yardım etmenin de modumuzu değiştirdiğini dile getiren Barrett, kendisini iyi hissetmediği zamanlarda yaşlı komşularına ekmek yapıp götürüyor. Birilerine yaptığımız ufacık nazik bir davranışın bile bedenimizde biyolojik olarak dönüşüm yarattığını söylüyor.
Daha uzun ve sağlıklı bir yaşam için iki bilim insanının hemfikir olduğu en önemli beş önerinin başında iyi bir uyku geliyor. Akabinde sağlıklı ve dengeli beslenme ile düzenli egzersizi hayatımızda alışkanlık haline getirdiğimizde zaten metabolizmamızın iyi durumda oluşuyla psikolojik halimizin de iyi olacağı belirtiliyor. Güneş ışığına maruz kalmak ve sosyal iletişim içinde olmak da ruh halimizi besleyen diğer iki önemli parametre. Aynı odada bir araya gelen insanların bir süre sonra nefeslerinin senkronize olduğunu hatırlatan Barrett, bu durumun iki kişi arasında birinin liderlik ettiği diğerinin onu izlediği ve bu liderlik edişinin birinden diğerine zamanla geçiş yaptığı senkronize bir akış olduğunu vurguluyor. Yani sinir sistemlerimiz zamanla uyumlandığı için çevremizi seçerken bu durumu akılda tutmakta fayda olduğu belirtiliyor.
Barrett ve Huberman’ın sohbetinden de duyduğumuz gibi sinir biliminin bize öğrettiği en temel bilgi şu: Duygu, ağrı, düşünce dediğimiz şeylerin hepsi sinir hücrelerimiz arasında kimyasal ve elektriksel etkileşim ile oluşuyor. Bu nedenle -Barrett’ın eşinin de dediği gibi- aslında başkalarının hakkımızdaki düşünceleri, sadece birilerinin kafasının içindeki anlık elektrik akımları. Aynı şey kendimiz için de geçerli, uykudayken bile çalışmaya devam eden sinir sistemlerimizin bu durmaksızın devam eden kimyasal ve elektriksel alışverişi ile “ben”, “iyiyim”, “üzgünüm”, “mutluyum” dediğimiz kavramlar oluşuyor. Kendimize ve hallerimize bir de buradan bakmayı deneyerek metabolizmamızla ilgilendiğimizde hayatımız sizce de kolaylaşabilir mi?