Ketojenik beslenerek yaşam kalitesini artıran ve diyabetini kontrol altına alan Egemen Erden, üst düzey bir yönetici, Ironman ve aynı zamanda sertifikalı bir sağlık koçu. Hikayesini ve başardıklarını dinlediğimde Erden’in tam bir jonglör olduğuna kanaat getirdim. 

Kendi deyimiyle özel durumunu avantaja çeviren ve başına gelen olumsuz durumu problem olarak görmek yerine çözüm üretmek için bir fırsat olarak değerlendiren Erden’in yaşamı çok ilham verici!

Kaç senedir spor yapıyor ve ketojenik besleniyorsunuz?

Kendimi bildim bileli spor yapıyorum diyebilirim. Spora ilkokulda basketbol oynayarak başladım. Ortaokulda atletizm, basketbol ve tenis sporlarıyla ilgilendim. Üniversitede ise spora daha çok hobi olarak devam ettim. İş hayatında uzun süre haftada üç gün spor salonuna giderek devam ettim, ta ki 30 yaşına kadar.

30 yaşında ise diyabetle tanıştıktan sonra spora bakışım daha bilinçli bir şekilde değişti. Şu anda 47 yaşındayım. Dolayısıyla 17 senedir sporu sadece bir hobi olarak değil, hayatımın olmazsa olmazı, bir nevi diyabeti yönetmenin en önemli unsurlarından biri olduğu için hiçbir zaman aksatmadan yapmaya çalışıyorum.

2016 yılının Eylül ayından beri de ketojenik besleniyorum.

Ketojenik beslenme ile nasıl tanıştınız?

Ketojenik beslenmeye, ilk diyabet tanısı aldığım zaman okuduğum bir kitapta rastladım. O zamanlar ismi ketojenik değildi ama uygulama tamamıyla aynıydı. Sadece yazar bu beslenme tipini o şekilde isimlendirmemişti. Kitaptaki beslenme düzeni “hiç karbonhidrat yemezsen kan şekerini çok az oynatırsın, dolayısıyla senin için en büyük risk olan kan şekeri dalgalanması durumundan kurtulursun” gibi çok düz bir mühendis mantığıyla şekillendirilmişti.

Nitekim kitabın yazarı da, bir mühendis ve Tip 1 diyabetliydi. Bu beslenme şeklinin kendisine çok iyi geldiğini ve bu şekilde diyabetini çok iyi yönetebildiğini keşfetmişti. 40 yaşlarındayken keşfini tıp çevrelerine anlatmaya çalışmış ancak tıp geçmişi olmadığı için ciddiye alınmamış. O da tıp okumaya karar vererek doktor olmuş ve araştırmaları dergilerde yayınlanmaya başlamış.

“Ketojenik beslenme hala eleştirilen bir sistem olmasına rağmen bu sistemi bulan doktor şu an 87 yaşında ve sağlıklı. Ketojenik beslenmenin iki temel felsefesi var:”

1. Karbonhidrat ve şeker yemeye gerek yok; bunlar tahıllar, baklagiller, nişasta barındıran sebzeler ve kan şekerini fazla oynatan her şey.

2. Bunları yemediğin sürece istediğin her şeyi yiyebilirsin. Yağdan kaçma, karbonhidratlardan alamadığın enerjiyi yağdan alabilirsin.

Geleneksel tıbbın bu beslenme şekline yorumu da kolesterol ve kalp sağlığını olumsuz olarak etkileyeceği yönünde. Oysa bu yağı yakabilmek için günde 1 saat yoğun spor yapmak yeterli. Üstelik çok daha sağlıklı ve fit hissediyorsunuz.

Bunun üzerine kendi doktoruma sordum, ancak kesinlikle yapamayacağımı söyledi. Tip 1 diyabetten dolayı zaten risk altında olduğumu, kolesterolümü yükseltip kendimi tehlikeye atacağımı, karbonhidratsız yaşanmayacağını, çok riskli olduğunu ve kesinlikle denememem gerektiğini söyledi. Ben de bunun üzerine kitabı kapatıp kenara koydum. Ancak 17 sene sonra o kitaba geri döndüm.

Neden ketojenik beslenmeyi tercih ediyorsunuz?

Biz bisiklette grup sürüşleri yapıyoruz. Grup içindeki performansım genellikle iyi ama yokuşlara geldiğimiz zaman geride kalıyordum. Oksijen kapasitemde, nefesimde bir problem mi var diye düşündüm.

Aynı zamanda bir Akdeniz anemisi taşıyıcısıyım. Bu hastalığı taşıyan insanların hücrelerinin yapısı bozuk olduğu için bu hücreler daha az oksijen taşıyabiliyor. Bu konuyu araştırmaya başladım ve Buteyko nefes tekniğini keşfettim. Bu teknik, sadece burundan nefes alıp vermeye dayanıyor. Çünkü aslında karbondioksit damarları açıyor ve oksijenin vücudumuzda daha derine ulaşmasını sağlıyor.

“Bizim oksijen kullanım kapasitemizi ne kadar karbondioksit taşıdığımız belirliyor. Ağızdan alınan nefeslerde karbondioksit kaybı çok oluyor.”

Bu teknik ise Rusların uzay araştırma enstitüsünde görevli bir doktor tarafından uzayda astronotların ömrünü uzatma ve sağlıklı tutma araştırmasında keşfediliyor.

Hepimiz astronotuz aslında, kendimize neden iyi bakmayalım, neden ömrümüzü uzatmayalım? Bu tekniği uygulamaya başladıktan sonra spor performansımda gözle görünür ölçüde iyileşme olduğunu gördüm. Başka neler yapabilirim diye düşünürken ketojenik beslenmenin bu sistemi desteklediğini okudum.

Ketojenik beslenme Tip 1 diyabet için çok tehlikeli diye lanse edilmekte. Oysa yüzeysel bilgilerle ulaşılan sonuçlarla uygulama sonuçları çok farklı. Bu sistem kabul görmemiş çünkü uygulanmamış. Sadece epilepsi hastalarına iyi geldiği için uygulanmış. Çok ekstrem kabul ediliyor. Ben karbonhidrat dünyasını tamamen dışarı attığı için ve kendi başına iyileştirici olduğu için bilinçli olarak da engellendiğini düşünüyorum.

Çünkü ketojenik beslenme kendi başına basit ve güçlü. İlaç sektörünü etkiliyor. Bu nedenle tıp dünyasında bu beslenme sistemine karşı motivasyon yok. Ketojenik beslenmenin uzun vadeli etkileri bilinmiyor çünkü araştırılmadı. Ben beklemek istemedim, sağlığa iyi gelen bir sistem sağlıklı olmalı diye düşündüm. Tehlikelerini araştırdım.

Tehlike nedir? Ketoasidoz yani kandaki asit oranının ölümcül biçimde yükselmesi.

“Ketojenik beslenmede keton üretiyorsunuz ve yağ yakarak enerji sağlıyorsunuz. Keton aynı şeker gibi kandan beyne iletiliyor ama aynı zamanda asidik de bir yapısı var.”

Ketonun kanda aşırı yükselmesi kanın PH’ını düşürüyor. Aynı zamanda şekerin de asidik bir yapısı var.

Özetle enerji kaynakları asidik diyebiliriz. Tip 1 diyabetli olarak hem şeker asidi yükseltiyor hem keton asidi yükseltiyor, ikisinin beraber yükselmesi de kan zehirlenmesine neden olabiliyor. Bu çok ciddi bir tehlike, kabul ediyorum. Ancak bunu çok bilinçsiz bir şekilde uygularsanız yapabilirsiniz. Ketonu aşırı yükseltmek için karbonhidrat ve insülin almıyor olmanız lazım ki, keton seviyeleri çok yükselsin. Kan şekerini çok yükseltmek içinse çok karbonhidrat yiyor olmanız lazım.

Bu da ketojenik beslenmede yok. Kanın PH’ını ölçebiliyorsunuz. Her gün sabah akşam ölçümleyerek deneye başladım. Zaten kan şekerimi günde 5 kere ölçüyorum, keton ölçmek de benim için sorun olmadı. Okuyarak, araştırarak, dahası uygulayarak ve ölçümleyerek kendim için doğru sistemi buldum. Yediklerimin ketonla ilgili geri dönüşlerini de toplamaya başladım. Spor performansımın nasıl değiştiğini ve kendimi nasıl hissettiğimi ölçümledim. Bu da benim için bambaşka bir dünyanın kapısını açtı.

Bu şekilde beslenmek benim için artık hayat tarzı oldu. Adı ketojenik beslenme kaldı ama ben belli bir sistem altında beslendiğimi kabul etmiyorum. Ben, bana iyi gelen ve hayatımı çok kolaylaştıran, hem sağlık hem spor anlamında bana pozitif katkıları olan ama bunun ötesinde kendimi her gün çok iyi hissettiren bir beslenme sistemiyle yaşıyorum.

Arkadaşlarımla aramızda esprisini yapıyoruz. Kısa ismim Ego’dur benim, egojenik besleniyorum diyorum. Aslında ben hem ketojenik besleniyorum hem yüzde 80 vegan yani alkali besleniyorum. Aynı zamanda intermittent fasting de yapıyorum. Bunların hepsi başlı başına birer trend olan akımlar. Ama ben bunların hiçbirine tek başına ait olma zorunluluğu hissetmiyorum. Siyah beyaz düşüncem yok.

Ketojenik beslenme düzenine vücudunuzun alışması ne kadar zaman aldı? Aşamalı mı geçiyorsunuz, tek seferde mi geçiyorsunuz?

Benim için 3 ay sürmedi. 2-3 hafta gibi çok kısa bir sürede vücudum bu düzene adapte oldu. Geçiş dönemi genelde 3 gün ile 1 hafta arasında sürüyor ve vücut çok hızlı adapte oluyor. Zaten çok şekerli beslenmediğim için adaptasyon süreci de benim için nispeten daha kolay oldu.

Ben sporla birlikte ölçümledim. Sporda kendimi her zaman çok enerjik hissetmiyordum. 3. haftadan sonra ise enerjim artarak devam etti. 6. aya geldiğimde hiçbir şey yemeden çok uzun saatler spor yapabildiğimi fark ettim. Enerjiyi yağ yakarak üretebilir hale gelmem 3-6 ay arasındaki fazda oldu.

6. aydan sonra ise artık olmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Yemek sadece bir ihtiyaç haline geliyor. Bazı sabahlar kahvaltıda canım bir şey istemiyor ve yemiyorum. Spor yapmama rağmen öğlene kadar aç kalabiliyorum. Gerçekten canım istediğinde yiyorum. Zaten mide bu noktada sizi yönlendiriyor. Vücut zekasını temsil eden organ mide aslında.

Çok şeker tüketen, karbonhidrat yiyen biri bile maksimum 1 hafta sonra ketojenik beslenmeye adapte olabilir. 3 aydan sonra ise kendinizi sanki hep böyle beslenmişsiniz gibi hissedebilirsiniz.

Ketojenik beslenirken ne tip yağları tüketmeyi tercih ediyorsunuz? Örneğin, tereyağı sizin için yasaklılar listesinde mi? Bu kadar yüksek oranda yağ ile beslenirken kolesterol seviyenizi nasıl koruyorsunuz?

Yağlar konusunda sınırlamam yok ama prensip olarak yüzde 80 bitkisel yüzde 20 hayvansal beslenmek gibi bir dengem var. Bu öğün bazında değil, haftalık ya da günlük bazda dikkat ettiğim bir konu.

Bitkisel olarak tükettiğim yağlar zeytinyağı ve Hindistancevizi yağı. Hindistancevizi yağını genellikle kahveme koyuyorum tadı çok hoşuma gittiği için. Yemeklerin salataların ve sebzelerin hepsinde bol zeytinyağı kullanıyorum. Bunun dışında her zaman olmasa da yumurta yiyorum. Veya badem unundan ekmek yapıyorum çok canım çektiği zaman. O ekmek duygusunu canım hala çekiyor. Üzerine bol tereyağı sürüp yiyorum. Yağların hiçbiri yasak değil ama oranlarına çok dikkat ediyorum.

Enerjimin yüzde 75 ila 80’ini yağdan, yüzde 15’ini proteinden, kalan yüzde 5’ini karbonhidrattan alıyorum. O da yediğimiz sebzelerden ve benzeri gıdalardan biriken karbonhidrat oluyor. Buna rağmen kolesterol seviyem ilk 3 aydan itibaren düştü. Trigliserid oranım da çok ciddi düştü. Bu da kandaki yağlanmayı gösteren değerdir. Bunlar hep ketojenik beslenme ile ilgili olan durumlar. Kolesterolünüz yüksekse kesmeniz gereken şey aslında yağ değil karbonhidrat. Çünkü karbonhidrat ile birlikte tüketilen yağ problem teşkil ediyor.

Intermittent fasting yaparken zorlanmıyor musunuz?

Ben beslenme ile ilgili hiçbir konuda zorlanmıyorum. Bunda da ketojenik beslenmenin faydası çok oldu. Günde 2 öğün beslenmek yaygın görüşün aksine kan şekerini çok az oynatıyor. 3 beslenme planını beraber uygulamanın zamanlaması tamamen bana ait. Hiçbir kural yok. Bugün bu şekilde besleniyorum demiyorum. Nasıl hissediyorsam öyle yapıyorum. Birçok gün kahvaltı ihtiyacı hissetmiyorum ve yapmıyorum. O zaman intermittent fasting yapmış oluyorum. Genelde öğle ve akşam yemeği yiyorum, sabah da hafif bir kahvaltı.

Alışkanlıklar da çok önemli. Ben kahvaltı yapmazsam yaşayamam diyen bir insandım ama beynin alışkanlıkları var. Bu nedenle ketojenik beslenmeyi herkesin 3 ay denemesini öneriyorum. Denerken aslında vücut kendini yeniden başlatıyor. Bence hiç kimse hayat boyu ketojenik diyette kalmamalı zaten. Eğer ağır bir hastalığınız ya da ekstrem bir durumunuz yoksa buna o kadar da ihtiyaç yok.

Bu telefonunuzu fabrika ayarlarına döndürmek gibi. 3 ay ketojenik beslenmeyi uyguladığınızda beyniniz bile kendini yeniliyor. Şeker bağımlılığı olmadan, karbonhidratsız yaşayabildiğinizi görüyorsunuz. Vücudunuz kendini normal şartlardan daha hızlı tamir etmeye başlıyor, ketojenik beslenme hastalıklara da bu yüzden iyi geliyor. Hepsinin arkasında bir kurgu ve mantık var.

Başa geri dönecek olursak, ben insanı bir üçgen olarak görüyorum; zihin, ruh ve beden üçgeni. Zihnimizin zekası IQ, ruhumuzun zekası EQ. Peki, bedenimizin zekası yok mu? Bedenimiz inanılmaz bir algoritmaya sahip, inanılmaz karmaşık bir sistem ve bir mucize.

“Bedenimiz her gün tıkır tıkır çalışıyor, ta ki biz bunu ciddi bir gayretle bozana kadar. Bu kadar büyük bir zeka var ve biz bunun adını koymamışız, dahası saygı da duymuyoruz.”

Ben beden zekasının en üstün zeka olduğunu düşünüyorum çünkü bu kimsenin tasarlayamayacağı bir mühendislik harikası.

Sonradan edinilen bilgileri kabul ediyoruz, oysa burada biz var olduğumuzdan beri var olan bir bilgi var. Üçgen içinde iki tarafı da düzgün yönetirsem, diğeri de onunla beraber gelir diye düşünüyorum. Burada işe vücuttan başlamak en kolayı. Ketojenik beslenmede işte bunu yapıyorsunuz. Bedeni sıfırlıyorsunuz, akıl buna tepki vermeye başlıyor ve ruh da kendi içinde bir huzur buluyor. Üçü bir araya geldiği zaman sistem kalıcı oluyor. Bir şeyin kalıcı olması da buna bağlı.

Kimse zorla ketojenik beslenemez. Kimse 2 sene boyunca bana iyi gelmeyen bir şeyi zorla yaptıramaz. Başlarken en büyük motivasyonum diyabeti kolay yönetebilmekti ama artık değil. Artık en iyi motivasyon kendimi iyi hissetmem. Ama yine siyah beyaz değil. Sisteme adapte oldum ve yağ yakıyorum, vücudum o kadar iyi alıştı ki artık karbonhidrat yesem de vücudum yağ yakıyor.

Karbonhidratı kendime en az hasar verecek şekilde yemeyi öğrendim ve çok seçici oldum. Karbonhidrat yiyeceksem meyve yiyorum ya da dünyanın en güzel tatlısıysa biriyle paylaşıyorum ama maliyetine katlanarak. Yani daha fazla insülin yapıyor ya da şekerime daha fazla dikkat ediyorum.

Ben kuralları bozmuyor değilim. Yüzde yüz kuralcı olmaya karşıyım.

“Kurallar esnetilebilmeli. Bu anlamda ağaç gibi olmalıyız. Köklerin çok sağlam olacak, diplere çok sağlam inecek, hiçbir rüzgar seni yıkmayacak.”

Ancak yıkılmamak için de sallanabilmen lazım. Rüzgarın geldiği yere kendini bırakabilmen lazım. Bu esneklikler hayatımızda olmalı ki huzurlu ve mutlu olalım.

Vegan beslenmeyi çok seviyorum çünkü sebzelerin faydasını görüyorum ve kendimi daha iyi hissediyorum. Diğer anlamda hayvan ürünlerinin endüstriyelleşmesi de hem etik olarak çirkin hem de sağlığımız için tehlikeli. Bu nedenle hayvansal gıdaları mümkün olduğunca organik, nispeten az tüketiyorum.

Hiç tüketmemek de bana göre ekstrem. Her beslenme tipinin artılarını ihtiyaca göre kullanmak gerekli. Bu nedenle kendini bir beslenme sistemi ile tanımlamak yerine içimden gelen sese güveniyorum. Egemen sürekli değişen, kendi içinde farklı ihtiyaçları olan, çevresine uyum sağlayan bir vücut ve bir ruh aynı zamanda. Akıl da bunlara uyum sağlamak zorunda.

30’lu yaşlarımda düşünsem, 46 yaşında IRONMAN olacağım hayatta aklıma gelmezdi. Böyle bir hayalim ve amacım da yoktu. Çok uzun yaşamak gibi bir derdim hiçbir zaman olmadı ama diğer arkadaşlarıma göre geç baba oldum. 7 yaşında bir kızım var ve onunla aktif bir hayat paylaşmak istiyorum. O, 20 yaşına geldiğinde yaşlı ve yorgun bir babası olsun istemem. Bu benim için içten gelen çok güzel bir motivasyon. İyi ki hayatımda böyle bir motivasyon var. Üstelik ben yaptığım şeyden gerçekten keyif alıyorum.

İçki içmekten de keyif alıyorum ama 2 kadehten fazla içtiğim zaman ertesi gün bu bana keyif vermiyor. Koskoca bir günü 2-3 saatlik bir abartı için harcamış oluyorum. Bu da benim için çok büyük bir zaman kaybı. Aslında temel problem de bu. İçki beyni uyuşturduğu için bize keyif gibi geliyor.

“Modern insanın en büyük problemi sürekli stres altında olması. Beyin dediğimiz yönetici organımız sürekli stres altında.”

Siz alkol alarak, televizyon izleyerek, eğlenerek o stresi durdurduğunuzda bu size keyif olarak geri dönüyor. Aslında yapılması gereken stresi durdurup vücudu stressiz bir ortama sokmak. Modern tıbbın da ilaçlarla yaptığı bu; hastalık etkilerini ortadan kaldırmak. Semptomlar bastırılıyor ama hastalığın sebebi kalıyor.

Neden Tip 1 diyabet hastası olduğumu ise hala merak ediyorum.

Genetik olmadığını biliyorum. 30 yaşıma kadar beslenme anlamında şimdiki halime göre 180 derece zıt bir şekilde yaşıyordum. Susadığım zaman kola içerdim. Karbonhidrat ve protein ağırlıklı beslenirdim. Kereviz ve brokoliyi asla ağzıma sürmezdim, şimdi nasıl keyif alıyorum. Ben hiçbir zaman fazla kilolu da değildim, metabolizmam çok iyi çalışıyordu. Bebekliğimden liseyi bitirene kadar her gün 1 litre süt içmişimdir ama aslında bunlar insana iyi gelen şeyler değil.

Hala annelerin özenle yedirmeye çalıştığı şeyler ki kendi eşim bile bunu yapıyor. Annelik içgüdüsü çok başka. Kendi annesinden nasıl gördüyse aynı sistemi içgüdüsel dürtüyle çocuklara empoze ediyorlar maalesef. Ben bunu fazla kilo alarak yaşamadım ama bu kadar şekeri, proteini ve işlenmiş gıdayı öğütmüş olmak benim organlarımı çok yordu ve buna ilk tepki veren organım insülini üreten pankreas oldu.

En sonunda ipleri elime aldım ve günün sonunda geldiğim noktada artık kendime sağlık koçu diyorum. Çünkü öncelikle 17 senelik pratiğim var ve bu hiç az değil. İkincisi, 2014 yılında Institute for Integrative Nutrion’dan bir eğitim sertifikası aldım. Bu programda işin içeriğinden çok koçluğun nasıl yapıldığını öğrendim ve bu bilgileri hayatın her aşamasında baba, eş ya da şirkette yönetici olarak da kullanıyorum.

Danışmanlığa ne zaman başladınız?

Aslında kendiliğinden gelişti. Resmi olarak da geçen senenin sonuna doğru ilk defa biriyle profesyonel şekilde kontrat yaptık ve 3 aylık bir program uyguladık. Sonra 2-3 kişiyi mezun ettim ve şu an dinleniyorum. Artık 1 kişi 1 kişi gidiyorum. Çünkü bunu ticari amaçla yapmıyorum.

Danışmanlık programına sadece beslenme değil, tümüyle amaca göre optimizasyon olarak bakıyorum. Program yüzde 80 – 90 oranında beslenmeden oluşuyor. Geri kalanı da kısaca “biohacks”. Uykunu nasıl düzeltebilirsin, kahveyi ne zaman içmelisin, hangi besinin yerine neyi koymalısın gibi pratik ve sağlıklı çözümler sunuyorum.

Danışanı kademe kademe ilerletiyorum. Çünkü kişiyi çok fazla zorlamamak gerekiyor. Şu anda danışanlar bana ketojenik beslenme için geliyorlar. Bu şu anda bir trend ama ben kalıcı olacağını ve sağlık tedavisi olarak kabul göreceğini düşünüyorum. Kilo verme metodu olarak yağ yakmayı hızlandırdığı için zayıflama amacıyla pek çok kişi bana danışmaya geliyor.

Hangi tipte danışanlar size gelmeli?

Ben herkese şunu anlatmaya çalışıyorum, modern insanın çok ciddi problemleri var. Bu problemler bu şehirde yaşayan herkes ve benim için de geçerli bu durum. Bunun farkında olup kendine göre yönetenler de var, hiç farkında olmayanlar da var.

Danışan bana gelip soru soruyorsa, merak ediyorsa ve bununla ilgili bir şeyler yapma istediğini beyan ediyorsa ben o kişiyle beraber çalışabilirim. Bir amacı olması lazım. Bana şunu yapmak istiyorum demesi lazım; bu kilo vermek de olabilir, kendimi iyi hissetmek de. Bazı kişiler de IRONMAN yapmak için hazırlık sürecinde benden danışmanlık almak istiyor.

İnsülin direnci olan ve ilaç kullanan bir yakınımla birlikte çalıştık. Yemekte konuşurken bana ilaç kullandığını ama kullanmak istemediğini söyledi. Ben de ona aslında kullanmasına gerek olmadığını, basit bir şekilde sağlığını toparlayabileceğini söyledim. 3 ay boyunca ona profesyonel bir biçimde koçluk yaptım.

Ketojenik beslenme ile başladık. Adaptasyondan sonra tümüyle kendisini iyi hissetmesini sağlamaya çalıştık. Yer yer patlamış mısırı özledi, yemesine izin verdim ama patlamış mısırın vücudundaki geri dönüşümlerini de gösterdim. Bu onda bir nevi suçluluk yarattı, çünkü akşam sinemada patlamış mısır yediği zaman, ertesi sabah kan şekerinin nasıl yükseldiğini görüyordu.

“Koçluk programında yasaklayarak değil, deneyimleterek doğru yolu gösterdim.”

Yemekten çok stresin kendi başına ne kadar büyük bir etken olduğunu ama yemek şeklimizin de bu stresi beslediği için kullandığımız bir mekanizma haline geldiğinden dolayı bizi tehlikeye atan bir durum olduğunu açıkladım.

Aslında stres tehlike değildir. Stres tehlikeye karşı sizin savunma mekanizmanızdır ve çok faydalıdır. Ancak “kaç ya da dövüş” gibi kısa süreli tehlikelere karşı yüksek performans göstermek için kurgulanmıştır. Biz modern insanlar ise stresi kalıcı olarak yaşıyor ve ona iyi gelen karbonhidrat, şeker, işlenmiş gıdalar, uyarıcılar ve kahve gibi gıdalarla onun kalıcı olmasını sağlayarak performansımızı da sürekli en üst düzeyde tutmaya çalışıyoruz. Çünkü eski insanda olmayan imkanlar, şimdi elimizin altında. Bu gıdalara günümüzde çok rahat ve ucuz maliyetle ulaşabildiğimiz için de stresi kalıcı olarak yaşatmakta başarılı oluyoruz.

“Vücut, stres altındayken kendisini en üst performans seviyesine çekebilmek için geçici olarak kendini korumayı bırakır ve bu amaçla bağışıklık sistemini baskılar.”

Dolayısıyla anlık tehlikeden kurtulmak pahasına kendine geçici olarak zarar verilmesine izin verir. Stres durumu geçtiğinse ise yıkımı onarır, kendini yenileyerek tehlikeye karşı da aynı zamanda güçlendirir.

Problem ise bu noktada başlıyor. Biz stresi kalıcı olarak yaşatarak performansımızı da yüksek düzeyde tutabiliyoruz ancak yenilenme sürecini de bu yolla devre dışı bırakarak çabuk eskiyoruz. Bu performansı masa başında veya kanepede nispeten hareketsiz yaşayan modern insanda ise obezite de bu yüzden ortaya çıkıyor. Strese iyi gelen gıdalar tüketmenin bedende biriken ciddi bir sağlık maliyeti var. İlk belirti genelliklo fazla kilo oluyor.

Modern beslenme alışkanlıkları sürekli bu çark içinde kalmamıza izin veriyor. Kendimizi iyi hissettiğimizi ve performans olarak çok başarılı olduğumuzu sanıyoruz; çünkü işte çok iyisin, çok hızlı koşuyorsun, eve geliyorsun hala iyisin. İyi değilsen de alkolle uyuşturabiliyorsun. Fakat o kadar yorgunluk biriktiriyorsun ki uykunu bile iyi uyuyamıyorsun ve bu sefer yorgun kalkıyorsun.

Yenilenme pas geçilmiş. Bu durumda daha fazla uyarıcıya ihtiyacın var. Güne karbonhidrat ve kahve ağırlıklı büyük bir kahvaltı bu yüzden iyi geliyor. Böyle bir kısır döngü içinde sürekli vücudumuz ve sağlığımız olarak düşünebileceğimiz bankadan aslında sürekli kredi çekerek yiyip bitiriyoruz. Ta ki banka, tamam kredin bitti diyene kadar.

Peki, neden yağ bu kadar iyidir?

Kıtlık olduğunda, kuraklık olduğunda, aylarca yemek bulamadığımızda sadece su içerek, oksijen alarak ve yağ yakarak yaşayabiliriz. Benim yağ oranım yüzde 10, 75 kiloyum ve 7500 gram yağım var. Bu aslında düşük bir oran ama benim bile hesaplamaya göre 68000 kalorilik enerji stoğum var.

Sporu kendime iyi gelsin diye yapıyorsam, vücudumu şekerle beslemek yerine yağla beslemek çok daha sağlıklı sonuçlar ortaya çıkarıyor.

“Bilimsel olarak kanıtlanmış şöyle bir gerçek var; hücrelerimizin içinde enerji üreten mitokondriler var, bunlar enerji üretirken ya yağ ya şeker kullanıyor.”

Ama tercihen şeker kullanıyor çünkü şeker vücut için iyi bir şey değil. Vücut iyi olmayanı önceden tüketmeye programlı.

Örneğin alkol varsa önce alkolü yakar yoksa şeker yoksa geçici bir süre boyunca protein (ama zarar vermemek için 3 günden sonra protein yakmaz) ve sonra yağa geçer. İşte ketojenik seviye de bu. Buraya geçtikten sonra mitokondriler yağ yakarak enerji ürettiği zaman hücrelerin yenilendiği görülüyor. Yani ketojenik beslenmenin yaşlanma karşıtı etkisi de var.

Mitokondriler şeker yaktığı zaman hücrelerde zamanla birlikte deformasyon oluştuğu görülüyor. Bu da ekstrem noktalarda kanser hücresi oluşumuna neden oluyor. Şeker ve kanserin bağlantısı da işte bu şekilde ortaya çıkıyor. İhtiyacın olduğunda vücut zaten şeker yakıyor, bundan kaçmak mümkün değil. Ben hiç şeker tüketmememe rağmen aç karnına ağırlık kaldırdığım zaman kan şekerimin yükseldiğini görüyorum.

Çünkü vücut çok zeki, o an neye ihtiyacın varsa, kanına onu veriyor.

Bu değerlere sahip olmanızın spor yapmanızla ilgisi var mı?

Birebir ilgisi yok. Tabii ki spor yapmak beni daha iyi hale getiriyor çünkü vücudumun hücreleri çok daha canlı çok daha aktif ve üretken ama spor aynı zamanda vücudu yoran bir şey. Aslında spor da vücut için bir stres. Dolayısıyla spor iyi bir şeydir demek de çok genelleme. Kötü yapılan spor da kötü.

Kötü besinle yapılan spor da kötü. Spor yaparken benim yaptığım tek farklı şey günde 100 gram yağ tüketiyorsam, artan yağ ihtiyacından ötürü günde 200 – 250 gr yağ tüketmeye başlıyorum. Zeytinyağını çay bardağında içiyorum. Buna rağmen kolesterolüm düştü. Artan spor sadece yağ tüketimini arttırıyor. Şu an daha az spor yapıyorum daha az yağ tüketiyorum ama sonuç aynı. Yağın çok yüksek oranda tüketilmesini tavsiye etmiyoruz. İhtiyaç oranında tüketilmeli.

Zeytinyağını çok tüketmeye çalışıyordum ama günün sonunda baktığım şey kalori tuttu mu değil kilom nasıl gidiyor oldu. Haftadan haftaya kilo kaybetmeye başlıyorsam demek ki enerji açığım var. Bunu takip etmeye başlıyordum çünkü yağ oranınız çok düştüğü zaman bu da iyi bir şey değil.

Yağ oranınız yüzde 10’un altına düşmeye başladığı zaman bağışıklık sisteminizi de çok zorlamış oluyorsunuz. Yağ tüketimini artırdıktan sonra kilom normal seviyeye geldiğinde o kiloyu korumaya çalışıyordum. Böylelikle tartıyı kontrol etmeyi de öğrenmiş oldum.

Günde kaç öğün yiyorsunuz ve bir öğününüz hangi besinlerden oluşuyor?

3 veya 2 öğün yiyorum ama 3 öğün olduğu zaman bile kahvaltıda domates, salatalık, zeytin belki peynir gibi hafif gıdalar tercih ediyorum.

Sabah genelde biraz peynir, yunan salatası gibi bol zeytinyağlı limonlu söğüş tercih ediyorum. Kışın daha çok avokado, lor peyniri, pul biber, maydanoz, zeytinyağı gibi gıdalar tüketiyorum. Zeytin de yiyorum yiyebildiğim kadar.

Ama kışın kahvaltı yapmadığım çok oldu. Çok da ihtiyaç hissetmiyordum. Öğlenleri gene marul ve peynirli bir salata ihtiyacımı görüyor ama dışarıdaysam genelde bir et yanında salata, sebze yiyorum. Et derken de dışarıda çok fazla kırmızı et yemiyorum çok iyi bildiğim birkaç yer dışında. Dışarıda yiyorsam sebze ağırlıklı yemeye çalışıyorum.

Çok tükettiğim tek şey zeytinyağı. O da mucizevi bir şey. Enerjimin çoğunu zeytinyağından alıp ihtiyacım kadar protein alıp bunları da mümkün olduğu kadar işlenmemiş hayvansal gıdalardan almaya çalışıyorum. Yumurta yemek en kolay çözüm benim için ama her gün değil. Geri kalan besinlerim ise sosyal amaçlı ya da vücudun ihtiyaç duyduğu mineral ve vitaminleri alma yolu.

Herhangi bir besin takviyesi alıyor musunuz?

Dönem dönem evet. Magnezyum, potasyum takviye ettiğim şeyler. B12 çok et yemediğim için, D vitamini ise kış aylarında. 3 ayda bir kan testi yaptırıyorum, seviyelerde düşme varsa ona göre yönetiyorum. Spor ihtiyacımın yükselmesine göre yazın daha çok tuz tüketiyorum. Karbonhidratlar su tuttuğu için ketojenik beslenmede vücut su tutmuyor. Bu nedenle özellikle yazın 2-3 litre su içmek gerekiyor.

Soda içiyorum özellikle yazın spor yaptıktan sonra mineral ve tuz için. Tuzdan kaçmak gerekmiyor bir sağlık sıkıntısı yoksa. Tuzun düşüklüğü çok daha tehlikeli, özellikle spor yaparken.

Muz, hurma normalde yediğim şeyler değil ama onların ayrı bir enteresan boyutu var. Spor yaparken tüketilen şekerin kan şekerini yükseltmediğini görüyorum. Uzun süre spor yaparken bir noktada midenin boşluğu sizi rahatsız edebilir. Enerji ihtiyacı için değil midede doluluk hissi olsun diye hurma ve muz yiyebilirsiniz.

“Yarışlarda ben genellikle yanıma hurma veya muz alıyorum. Midem uyardığı noktada muz yiyorum, içinde potasyum da var ve sporda çok gerekli. Hurma da yine taşıması kolay, pratik ve doğal.”

Otururken önümüzde hurma olsa ve yesek kan şekerimiz çok hızlı yükselir ama spor yaparken bunlar kolay tüketilebilir şekerler. O noktada tüketirsen kaslar çalışıyor, oraya attığın hurma kızgın ateşe birkaç damla su dökmek gibi kan şekerinizi hiçbir şekilde yükseltmeden direkt kaslara gidiyor. O şeker için insülin almaya gerek olmuyor. Üstelik vücut yağ da stoklamıyor. Dolayısıyla hurma ve muz sporun hemen öncesinde ve spor sırasında tüketilebilir.

Örneğin 2 hafta önce Yunanistan’da bir bisiklet yarışına gittik. Yarış 4 saat sürdü ve ben 2 tane muz yedim, çünkü kahvaltıda yediklerim çok azdı. Ben kolumdaki manyetik bir cihazla kan şekerimi sürekli ölçebiliyorum. 1 muz normal şartlarda benim kan şekerimi 100’den 200’e, 2 muz da 200’den 300’e çıkarır. Ben o yarışta kan şekerimin 90’lar seviyesinde hiç oynamadığını, başladığım noktada kaldığını gördüm.

Aslında bu durumu bir gün evden insülinimi almayı unutup çıktığımda keşfettim. Buradan anlaşılıyor ki sporun, insülinin yerini tutan bir özelliği var. O fonksiyonun ne olduğunu bana anlatan kimse olmadı.

İnsülinin görevi kan şekerini düşürmek değil, kandaki şeker kullanılmıyorsa onu alıp yağ olarak stoklamak. İhtiyacınız olmayan bir şekeri yediğiniz zaman kan şekeriniz yükseliyor. İhtiyacınız olan şekeri yediğiniz zaman insüline gerek yok. Ben doktor değilim ama pratikte bunu görüyorum.

Zayıflarken dikkat edilmesi gereken tek püf nokta bu. Normal bir insan ne kadar insülin salgıladığını görmüyor. Ben manuel olarak enjekte ettiğim için görüyorum. Benim avantajım da bu, o yüzden bu kadar bilgi birikiyor. Burada özel durumumu avantaja çevirmiş oluyorum.

“Başına ne gelirse gelsin, onu problem olarak da, çözüm üretme ihtiyacı olarak da görebilirsin.”

En son okuduğum mutluluk üzerine bir kitapta, mutluluk dediğin şey problem çözmektir, insanlar problem çözerek mutlu olur, çünkü gelişim problem çözerek olur ve insanların genetiği gelişim üzerine kurulmuştur diye anlatıyor.

Kapitalizm bile aslında buradan doğma, hep daha iyi, hep daha fazla. O yüzden dünyayı biz yönetmişiz. Hayatınızı maksimum seviyede tatmin edici hale getirmek için çözmekten keyif aldığınız problemleri seçebilirsiniz. Sağlık problemlerini çözmek benim için bir keyif.

Sizle şu anda konuşma yapıyorum o keyiften dolayı. Paylaşabilmenin ve bağ kurmanın verdiği hazzın manevi tatmini benim için çok fazla. Hala merak edip araştırıyorum. Çocukken hep doktor olacağım derdim, gerçekten çocukken daha iyi biliyoruz. Arkadaşımla yaptığımız 3 aylık programdan sonra ilacı bırakmasının ve sağlığına kavuşmasının bana verdiği tatmini anlatamam. Bunlar parayla ölçülemeyecek mutluluklar. Böyle bir fark yaratabilmek de beni mutlu ediyor.

Konu ile ilgili “daha fazla” bilgiye aşağıdaki yazılardan da ulaşabilirsiniz:



Ceren Ceylan Ertaç

1988 yılında, Ankara’da doğdu. 2010 yılında, lisans eğitimini burslu olarak girdiği Başkent Üniversitesi İşletme Bölümü ve Inholland University International Communication Management Bölümü’nde tamamladı. Mezun olduktan sonra, uluslararası bir denetim firmasında çalışmaya başladı. Kurumsal firmada çalıştığı yıllarda, daha iyi ve dengeli yaşamanın yöntemlerini ararken birtakım teknikler ile tanıştı. Bu tekniklerin, olumlu...



BLOOM SHOP