Dünya sonu gelmeyecek bir anlam arayışıyla çevrili. En ufak bir hareket veya düşünce bile bir anlam perdesinin arkasına konumlanmış halde. Perde olmazsa her şey cazibesini yitiriyor. Gündelik kaygıların dışında, temelde sadece “var olmanın” bile kafamızın içinde öznel bir anlama bürünmesine ihtiyacımız var. Bu anlamlandırma arayışı, kayıp ve yok oluş fikirlerinden kaçma dürtüsünü doğuruyor ve böylece ölüm fikri, acı endişesinden öte yeterince yaşayamamış olmak ya da anlamı yakalayamamakla bağdaşıyor.
Ölüm ve kayıp algısını araştırırken karşıma çıkan isimler arasında Batı’daki ölüm ritüelleri ve yas süreçleri hakkında araştırmalar yürüten Stephen Jenkinson vardı. Jenkinson, farklı coğrafyalarda yaptığı inceleme çalışmalarının yanında, kurmuş olduğu “Orphan Wisdom” isimli felsefe okulunda varlık, acı, keder, yaşam döngüsü gibi konular üzerine etkinlikler düzenleyen bir eğitmen aynı zamanda.
Kendisi, Sepin İnceer aracılığıyla daha önce Türkiye’ye de gelerek Boğaziçi Üniversitesi’nde “ölüm farkındalığı” üzerine bir konferans düzenlemiş. “Die Wise” isimli bir kitabı var ve “Live deeply, die wise” (Derin yaşa, bilge öl) mottosunu öne çıkararak dünya çapında ihtiyacı olan her insanın fikir dünyasına ortak olmayı amaç ediniyor.
Derin yaşamak, bilge ölmek
Birbirimizle, dünyayla, yaşam ve ölüm fikriyle nasıl yaşarız? Elimizde iyi yaşamaya dair farklı fikir ve önerilere dayanan onlarca yol gösterici var. Ama hiçbiri kesin ve geneli tatmin eden türden değil. Dahil olduğumuz toplum, öğrendiğimiz kültür, doğduğumuz ülke seçim haklarımızın dışında ve seçme şansımızın olmadığı tüm bu kaynaklar, kimliğimizi şekillendirmede en büyük görevleri üstleniyor.
Ölüme olan bakış açımızın benimsediğimiz kültürden, sahip olduğumuz aile geçmişinden ve öğretilmiş gerçeklerden şekillendiğini belirten Stephen Jenkinson, kültürün kendini ifade etme özgürlüğünü kısıtladığı, çarpıttığı veya değiştirdiği gerçeğini savunanlardan. Bu yüzden tüm konuşmalarında ve çalışmalarında Batı’nın ölüm ritüellerini, cenaze törenlerini, ölüm öncesi psikolojisini, yas dönemini ve ölüm anını uzunca bir süre gözlemlediğinin altını çizerek “ölüm ticareti” olarak adlandırdığı bu yok oluş algısının kültürel kodlardan kaynaklandığını öne sürüyor.
Ölümün, bir çeşit kendini tanıma ve tamamlama hareketi olduğuna inanan toplumlarda bile bu fikir, sürü psikolojisi olarak tanımlayabileceğimiz şekilde zihne öğretilmiş ve kabul ettirilmiş durumda.
İlginizi çekebilir: Homo Sapiens’ten Homo Conscious’a: İnsanlığın Bilinçlenme Evresi
Edinilebilir bir yetenek olarak acı
Acının ve kederin can acıtan ve uzak durulması gereken duygu durumları olarak tanımlanması uzun yıllardan süregelen, tarihin doğal akışında şekillenen bir bakış açısı. Ölüm bilinci pratiklerinde değiştirilmesi istenen noktaysa acı çekmenin, yaşamın doğal döngüsü içerisinde öne çıkan onlarca duygu gibi, mesela sevmek gibi, edinilebilir bir yetenek oluşu.
Jenkinson, ölen kişinin ardından hissedilen acının, bireyin kendi ölümüne karşı duyduğu korkunun, ölümün ve kederin negatif ve acı verici kimliğinin kalıplaşmış ve otomatikleşmiş tepkiler olduğunun fark edilmesini istiyor. Ölümün araştırıldığı, aydınlatıldığı, zor bile olsa kabullenildiği bir bakış açısıyla yaşama algısının dönüştürülebileceğini savunuyor. Derin yaşamayı ve bilge ölmeyi, kısa bir tabirle, ölümü tanımak ve anlamlandırmakla bağdaştırıyor.
Budizm’deki ölüm ve yas tanımlarının mistisizmiyle birleşen bu Batı felsefesi; derin yaşamanın, Jeckinson’ın tanımıyla “awake” yani uyanık kalmanın ve bilgece şekillendirilmiş bir ölüm manifestosunun temellerini oluşturuyor.
İlginizi çekebilir: Mindfulness Nedir?