Geçen akşam yoga dersinde zihnin ezberlerinden, bu ezberlerin ne kadar derinde bir yerlerde gömülü olduğundan ve korkularımızdan söz ediyorduk. Felsefe hocası olan bir katılımcımız, her doğumun erken doğum olduğunu, bizim insanlar olarak 16 ay erken doğduğumuzu, insanların iki ayak üzerine kalktıktan sonra leğen kemiklerinin küçüldüğünü, bebeğini daha fazla karnında taşıyamadığı için erken doğurmak zorunda olduğunu anlattı.

İnsan yavruları olarak doğduğumuz zaman son derece muhtaç ve çaresiziz. Üstelik uzun süren bir çaresizlik içindeyiz: Yaşamımızın ilk iki ayında kendi kendimize başımızı dahi hareket ettiremiyoruz. 6 ay boyunca oturamıyoruz. 9 aya kadar ayakta duramıyor ve doğduktan sonra bir yıl boyunca iki ayağımızın üzerinde duramıyoruz. 1 yıl sonra da ancak beceriksiz bir iki adım atabiliyoruz. Kendimizi koruma ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılamamız ise uzun yıllar alıyor.  

Bu süregiden muhtaç olma hali, ister istemez bizi yaşattıkları ve ihtiyaçlarımızı giderdikleri için anne ve babalarımızı Tanrı olarak görmemize sebep oluyor. Onların söylediklerine, inandıklarına, fikir, algı ve kalıplarına sorgusuzca hem boyun eğiyor hem de inanıyoruz. Aksi halde yaşamımız tehlikeye girebilir çünkü. Yaşamın kendimize geldikten sonraki kısmında ise bize, bu koşullanmalardan soyunmak ve kendi gerçeğimize uyanmak düşüyor. Bugün bu koşullanmaların kurtulması en zor olanlarından birinden bahsedeceğim: Zaman. 

İlginizi çekebilir: Hayatın Yoğun Temposunda Kendinizi En İyi Hissettirecek Tavsiye

Zaman, gerçekte bizim sandığımız gibi geçmiş ve gelecek adı verilen düz bir çizgide ilerlemiyor.

Saate bağlı olan ve günümüzde içinde yaşadığımız, gittikçe daralan zamanın, yaşamımızda bu denli önemli bir hale gelmesinde trenlerin, tren tarifelerinin ve tren istasyonlarındaki saatlerin ortaya çıkışının büyük rolü olduğunu bir programda izlemiştim. Fakat aslında zaman bir paradoks. Zihinsel bir illüzyon. Gerçek değil. Doğrusal ve sınırlı olan geçmiş-gelecek çizgisi, kimliğini arayan egonun bir ürünü. Onun güvende hissetmesini sağlayan dar bir alan.

Biz, zaman sayesinde sahte bir kimlik sahibi oluyoruz. Ego devreden çıktığında ise elimizde kalan tek şey; an ve vakit. Saatle ölçtüğümüz zaman değil. Bu yüzden nefs sağaltıcı öğretilerde anda kalmanın öneminden sıklıkla bahsedilir. Düşünce olduğu sürece ego, ego var oldukça da düşünce var olmaya devam eder. Ve ego ile düşünce var oldukları sürece de zaman varlığını sürdürür.

Hiç düşündünüz mü, kendinizi kimliklendirdiğiniz her şey bir gün elinizden alınsa siz kim olurdunuz?

“Şahsiyet” bu konu üzerine kurgulanmış harika bir dizi. Bir gün Alzheimer olduğunu öğrenen Agah Beyoğlu’nun kimliğini yitirirken geçtiği süreci anlatıyor. Nefs eğitiminden geçmediği ve tinsel bilgiye sahip olmadığı için işler ilginç yerlere gidiyor. Fakat kendimizi hazırlamamız gereken şey şu ki her ne kadar ona sımsıkı tutunsak da ego üzerinden var olan kimliğimiz, gerçek olduğunu düşündüğümüz bir hiçlikten başka bir şey değil.  

Ego, bizi sınırlayıcı bir mekanizmaya sahip.

Dünyanın neresinden olduğumuz (menşeimiz), dinimiz, sosyal sınıfımız, ailemiz, inançlarımız, görüşlerimiz, fikirlerimiz, düşünce ve davranış döngülerimiz, alışkanlıklarımız egonun malzemeleri. Zaman da aynı şekilde. Geçmiş ve gelecek sanrısının içinde, anı kanıtları yaratarak ve bu kanıtlar üzerinden çıkarımlar yaparak ve bu çıkarımları geleceğe yansıtarak, ego kendine güvenli bir yatak hazırlıyor. Kapıya da korkuyu dikiyor: Buradan çıkarsan çok kötü şeyler olabilir. 

Biz de bunca zamandır birlikte yaşadığımız iç seslere, bize öğretilenlere ve ezberlediklerimize zaman ölçeğinde inanıyor, oradan çıkarsak çok kötü şeyler olabileceğini düşünerek töreyi devam ettiriyoruz. Tinsel yol ve kadim öğretiler ise bizi her fırsatta bu zihinsel hapishaneden çıkarmaya ve ezber bozarsak bize hiçbir şey olmayacağını, aksine özgürleşeceğimizi bize anlatmaya çalışıyorlar. Tüm bu süreçten bir anda uyanmak zor, çünkü uzun zamandır narkoz altındayız. 

Eckhart Tolle, “Şimdi’nin Gücü” adlı kitabında hiçbir şeysiz sokakta kaldığından ve bu süreçte kendini dünyanın en şanslı ve en mutlu insanı hissettiğinden bahsediyor. Diyojen, hayatının hatırı sayılır bir kısmını bir fıçının içinde geçirirken hali vakti yerinde olan öğrencilerine gerçek zenginlik öğretisini aktarıyor. 

İlginizi çekebilir: Özdeğer: Kendini Daha Fazla Önemsemenin 8 Yolu

Bizim öğrendiğimiz gerçeklikte zaman; kısıtlayıcı, yetişilemeyen ve ölümle biten dar bir alan.

Aynı zamanda insan zihninin ve egosunun bir üretimi. Egoyu yaşatan ise korku. Oysa kadim öğreti ve ego sağaltım süreçleriyle birlikte, biz, ölüm diye bir şeyin olmadığını ve yaratıcıya olan sonsuz güveni inşa edip, korkusuzluğu idrak ederken, zaman da engellerinden kurtulduğumuz, içinde sınırsızlığı ve özgürlüğü hissettiğimiz farklı bir boyut kazanıyor. 

Korku hayatın, hepimizin hayatının bir parçası. Daha önce Instagram üzerinden de paylaşmıştım, yakın zaman önce çok büyük bir korkuyla karşılaştım. Ve onun sayesinde korkuyu ve iç dinamiklerini gözlemleme fırsatı buldum. Sonunda, korkuyu aşmaktaki kilit noktanın onu yenmeyi delicesine arzulamak ve yaratıcıya sonsuz güven duymak olduğunu keşfettim.

Bunu zırdeli gibi istediğinizde, onu yenmek için ihtiyacınız olan tüm araçlar hayat tarafından size sunuluyor. Hepimiz er ya da geç, içimizdeki engelleyici korkunun, kendi egomuzun ve nihayetinde zaman paradoksunun karanlığını aşacak ve hep birlikte yaşamın büyüsünü korkusuzca kucaklayacağız. Çünkü… Yapabiliriz. 

Kaynak: Live Science



Arzu Özev

1983 yılında İstanbul’da doğan Arzu, Saint Joseph Lisesi’ni bitirdikten sonra University of Massachusetts Amherst’te psikoloji okuduğu yıllarda, Sudarshan Kriya nefes tekniği ve yoga öğretisiyle tanıştı. Hindistan başta olmak üzere, Yeni Zelanda, Güney Afrika, ABD ve Almanya’da kişisel gelişim ve yoga konusunda birçok eğitim alarak, sertifikalı eğitmen oldu. Dünya çapında 150...



BLOOM SHOP