Hipokrat’ın “Yürümek en iyi ilaçtır.” dediğini biliyor muydunuz? Düzenli olarak her gün yürümenin faydaları bilim insanları tarafından hala sıklıkla belirtiliyor. Peki, yürümek sadece beden sağlığımız için mi faydalı? Önemli kararlarını yürüyerek alanlar, şehirde sakince dolanan ve herhangi bir yere varmayı hedeflemeyen flanörler, yürüyerek yaratıcılıklarını besleyen sanatçılar, filozoflar, aydınlar ve düşünürler yürümenin içsel dünyamızda yarattığı faydalar konusunda tarih boyunca ilham verici oldular. Bir düşünsenize tüm rutinlerinizi bir kenara bırakıp tek başınıza yaklaşık 800 km yol yürüseydiniz bu yolculuk size neler katabilirdi? Camino de Santiago yolundan bahsediyorum. St. James Yolu olarak da bilinen bu uzun rotayı yürüyen İrem Çağıl ile gezegenimizle doğrudan bedensel ve zihinsel bağ kurmanın yürüyüşle nasıl bir deneyime dönüşebileceğini konuştuk.
Dünya ile kurduğunuz güçlü bağ, yaşamınıza kattığınız sürdürülebilir seçimler ve ekoloji konusunda hazırladığınız yayınlarla bu konuda ilham veriyorsunuz. Bize kendinizden; mimarlıktan yayıncılığa ve şehirden güneyde bir köy yaşamına geçiş sürecinizde çıkış noktanızın ne olduğundan bahsedebilir misiniz? Şu sıralar neler yapıyorsunuz?
Sondan başlayalım. Şu sıralar ne yapıyorum? Şu günler, bugün? Bu bilgisayarın önüne oturmadan hemen önce ne? Bütünden küçücük bir parçayı aldığımızda ait olduğu toplamın tamamını içinde taşıyabilir. Yoğurttan bir kaşık aldığınızda kaşıktaki parça, kapta kalandan farklı değildir. Son yıllarda bende de böyle bir homojenlik hasıl oldu. Çırpıla çırpıla kıvam oturması gibi geliyor.
Kıvamın oturması hissi dışında bir şey daha var: Hayatta olma deneyiminde açılabildiğim genişlikler ve çarptığım sınırlar arasında bir yerde, bu ikisinin farkıyla pişme işinden keyif alıyorum artık. Eskiden sabırsız ve endişeliydim, şimdi çok daha sakinim. Ne yaptığım, niye yaptığım dışarıya değil bana daha görünür oldu. Kişisel yolculuğum içindeki karşıtlıkları, karanlıklarıyla birlikte daha iyi anlamaya başladım.
An itibarıyla İspanya’dayım. Barcelona’ya bir süre önce geldim. Öncesinde İstanbul’daydım ondan önce ise Dalyan’da. Barcelona’ya geldiğim gün doğum günümdü. Dünyanın yüzeyindeki dolanmalarımın 43. senesinde yeniden İspanya’da olmak benim için manidar. Seneler önce buraya bisikletimle tek başına 4000 km katettikten sonra varmış, gece kalacak bir yer bulamayıp sahilde üst üste dizilmiş şezlongların tepesinde uyumuştum. Aynı şehre bu sefer bir oturum izniyle giriş yaptım. Çantamı Selin’ciğimin evine koydum ve şapkamı takıp, ayakkabıları çekip seneler önce bir gece uyuduğum Barcelona sahili boyunca 6 km koştum.
İstanbul ve Ege kıyısı, Ege’nin karşı kıyısı ve İberya yarımadası hattı, benim dünyadaki ana gezinme rotalarım. Her zaman böyle değildi, daha doğrusu bu genişliğe ulaşmamıştı ve çok daha karmaşıktı. Daha önce her yere gitmek istiyor, 15-35 yaşları arasında dünyanın her yerine sulanıyordum. Ana kıtalara baktım, Amerika’dan Nepal’e, Endonezya’ya kadar pek çok yerde çeşit çeşit hatıram olacak kadar gezindim ama bir süre sonra yolculuk itkim belli bir hatta yoğunlaşmaya başladı.
Uzaktan bakınca kendimce bir coğrafi işaretleme yaptığımı fark ettim. Gördüm ki en batıda Lizbon’dan başlayıp güney İspanya’dan Selanik’e oradan İstanbul ve Güney Ege’ye inen bir rotaya sürekli çekiliyorum. Bu hatla aramda kökensel bir bağ olduğunu da anlayınca, neden sonuç ilişkisi kuruldu ve coğrafi bağlamım zihnimde daha iyi oturdu. Koşullarım elverdiğince buralarda olmak, bu olmalardan anlamlar devşirmek, okumak ve yazmak istiyorum.
Onun dışında şu sıralar 15 yıllık yayıncılık macerama ara verdiğim bir dönemdeyim. Belki de bitirdim; hala emin olamıyorum. Kitap üretmek, stoklamak, dağıtmak ve tüm bu ticari faaliyeti yönetmeyi artık eskisi kadar istemiyorum. İşin daha dolaysız bir tarafına kaydım.
Hayatımın bu döneminde yazının kendisine çekiliyorum, coğrafi bağlamımı genişletiyorum ve bedenimi hareket ettirmenin en yalın hallerini –koşmak gibi– keşfediyorum. Aşağı yukarı bende durumlar bu şekilde.
Aşılması güç rotalar katetmek, Türkiye’de yayıncı olmak, kentten köye göç… Bunların hepsi zorlayıcı deneyimler gibi görünüyor. Bu deneyimlerin üstesinden gelme motivasyonunuz nedir?
Benim yolculuklarım dışarıdan bakıldığında çeşitli sebeplerle “zorlayıcı” gözüküyor ve böyle okunmasının sebeplerini anlıyorum fakat bu zorluklar çoğunlukla baş etmekten keyif aldığım şeyleri içerdikleri için motivasyonum “Nasıl daha iyi yapabilirim?” ya da “Deneyimimi nasıl daha öz bir yere yaklaştırabilirim?”e dair oluyor. Önümüze çıkanların kendi seçtiğimiz yolun, o yola içkin zorlukları olduğunu fark ettikçe, böyle bir yaklaşıma doğru kayıyorsunuz. Böyle olduğunda zorlukları garipsemiyor ya da onlarla savaşmıyorsunuz. Kendi yolunuzda ilerlemek bir noktada zaten zorlukları öğretmeniniz olarak görmeyi, onlarla öyle bir ilişki kurmayı öğrenmenizi gerektiriyor. Aksi halde sadece hedefe odaklanıp süreçten bir şey öğrenmiyorsanız bir yerde dışarıda bıraktığınız, görmezden geldiğiniz şey tarafından sınanıyor, zarar görüyor ve durduruluyorsunuz. Dolayısıyla tüm yolculukları ve onların beraberinde getirdiği zorlukları dışarıda tutmak değil yolun kendisine katmayı düşünmeyi öğrenmek gerekiyor. Baş etmek değil anlamaya çalışmanın merkezde olduğu bir ilerleme, sürdürülebilir, büyütücü, besleyici olan çünkü.
Bir de “zorluk” tanımlamalarımızın yaşadığımız çevreyle ilintisini vurgulamak isterim. Tarihin bu döneminde insanların çok büyük bir kısmı, salt insanlar tarafından yaratılmış ve neokapitalist düzene göre sürekli optimize edilmeye çalışılan alanlarda yaşama mücadelesi veriyor. Buralarda sıkışıp kaldığımız için dünya yüzeyinin nasıl bir şey olduğunu unutuyor ya da hiç bilmeden yaşayıp gidiyoruz. Dolayısıyla daha çok insan yapımı zorluklarla uğraşıyoruz ve bunlarla uğraşmaktan yoruluyor, bıkıyor ve yılıyoruz. Oysa dünya, şehirlerde yarattığımız yerler gibi değil. Biraz açılabildiğimizde tepeleri, dağları, nehirleri, denizleri görebilmeye başlıyoruz. Ve bizim yaratımımızdan farklı bambaşka dinamiklerle dolu bir yer olan dünyamızla bu tip temaslar kurmanın etkisi, yaşamdan yılma şeklinde değil içimizdeki yaşam enerjisini besleyici biçimde oluyor. Dolayısıyla konu bence zorlukların olmasıyla ilgili değil, zorluğun nereden ve nasıl geldiği ve ayrıca zorluk deneyiminin üzerimizdeki geliştirici, dönüştürücü etkisini alıp alamayacak durumda olup olmayışımızla ilgili. Eğer bir zorluğu istediğiniz, onunla karşılaşmaya hazır olduğunuz zaman yaşarsanız bu sizin hayattaki olgunlaşma, erginleşme yolculuğunuza katkı sağlar. Hatta bilfiil bu eşiklerin temel besinidir o zorluk ve onu aşma biçiminiz. Zorluğu hayattan eksiltmeye dair bir çaba içinde olursanız yaşamı bütün boyutlarıyla kavramazsınız.
Benim için hayatta olduğumu hissetmek önemli. Çocukken hepimizde olan hayata tutunma ve onu merak etme duygusunu içimde canlı tutmaya çalışıyorum. Bu istek ve keşif hali beni büyülüyor, cezbediyor ve büyütüyor. Zorlukları ve zevkleri de beraber bir bütün olarak ele alıyorum.
İstanbul’dan Barselona’ya bisikletle yaklaşık 4000 km gittiniz. 800 km’ye yakın bir rotası olan Camino de Santiago yolunda yürüdünüz. Yolda olmak gezegenimizle ve iç dünyanızla bağ kurmak açısından sizin için ne ifade ediyor, spiritüel anlamda sizi nasıl etkiliyor?
Sevgili Anita Sezgener, büyük bir özveriyle çıkardığı edebiyat yayını Cinayşe’nin “Dolanmak” sayısı için benden bir yazı istemişti. Yazdığım metinde sorunuza cevap olabilecek bir kısım var, alıntılamak isterim:
“Yine de dolanmanın tanımlamalarıyla ne kadar meşgul olursam olayım cümlenin sonuna noktayı koyduğumda, içimde hasıl olan sıkışıklık hissi baki kalıyor. Suyu bardağa koymakla içinde yüzmek arasındaki fark gibi biraz: Suyu damacanalarda taşınırken izlemek, elimdeki bir bardağın içinde tutmak, çeşmeden akan halinden faydalanmakla onun sesini, kokusunu, hayat verme gücünü etrafında büyümüş onlarca canlıyla birlikte görüp, hepsine dokunup, duyup, tatmak bambaşka şeyler. Kendimden biliyorum çünkü her canlının özgürce hareket ederkenki hali, özüne en yakın olanı. O özden çıkan bağlarla yaşama temas ettiğim zamanlarda anladım ben yaşadığımı. Yoksulluğun da zenginlik dediklerimize sahip olmamaktan değil bu bağlantının yokluğundan doğduğunu. Yaşayan şeyler meğer hareketsiz, sınırlanmış, bir dış kabın içine sığdırılmış, diğer canlılarla iletişimi kopmuş, yalıtılmış hallerinde çoğu zaman, sadece evrimsel adaptasyon yetenekleri sayesinde ölmüyorlarmış. Sözlük sayfalarını yanıltıcı bulmam biraz bundan. Örneğin, hayatta kalmakla yaşamak, yan yana durabilirler orada, halbuki ne kadar farklılar! Ve bu yeni dünyada doğsaydı Oscar Wilde o meşhur cümlesini belki şöyle kurardı: ‘Özgür akan su çok nadir rastlanan bir şeydir, çoğu su aslında damacanada durur.’ Ben özgür akan suları damacanalara doldurup satanların kral olduğu bir dünyada suyla bir olup nehirlerin izini sürmeye inanıyorum. Ve dolanmanın da sözlüklerden değil bizzat başımızı alıp yeryüzünün bir noktasını katederken, bu hareketin ruhumuza ve bedenimize uzunca bir süre nüfuz etmesine izin vererek anlayabileceğimiz birtakım sırları olduğunu biliyorum.”
Yunanca’da sevgiye karşılık gelen 8 farklı kelime var; “eros, philia, storge, mania, ludus, pragma, agape”. Agape bunlar içinde en basit haliyle yüce, büyük bir sevgiye denk düşen kelime. Ben dünyaya, yaşama karşı işte böyle bir duygu hissediyorum. Dünyayı, buradaki yaşamın bir parçası olan milyonlarca canlıdan sadece bir tanesi olarak, ona sahip olmaya çalışmadan, geçiciliğimizin bilinciyle, geçici bir süre sahip olduğum bu beden ve duyularımla hissedebilmek beni sevginin en yüce haline yaklaştırıyor. Yola çıkmalarımda -ki bu illa fiziksel bir yol olmak zorunda değil, kendi içimde katettiğim yollar da buna dahil- her seferinde kendimi biraz daha genişlemiş, yaşama olan güvenim beslenmiş, yaralarımı iyileştirmiş bir halde buluyorum. Maneviyatım buralardan besleniyor, benim ibadetim işte bu dışarıda ve içeride çıktığım yollardır.
Yakın zamanda yürüdüğünüz Camino de Santiago yolundan bahsedebilir misiniz? Bu yolu özel kılan nedir?
Camino de Santiago İberya yarımadasında yer alan tarihi ve dini öneme sahip bir yol. Hristiyanlar için bir hac rotası, yürümeyi sevenler için de muazzam güzelliklerle dolu bir yürüyüş güzergahı. Başlangıç noktası kabul edilen Fransa-İspanya sınırının kuzeyinden batı sahiline kadar 800 km boyunca bir coğrafyayı yürüyerek katedebilmek yol boyunca güvende hissedebilmek, türlü sebeplerle yola çıkmış farklı din, dil, etnik kökenden binlerce insanın insanlık hallerine tanıklık etmek bu yolu özel kılan özellikler bence.
Dini arka planı dolayısıyla yüzyıllardır yürünen ana rota dışında da varış noktası Santiago olan birçok farklı yol var; Valencia’dan, Barcelona’dan, Lizbon’dan da başlayabilirsiniz veya yürüyecek gün sayınıza göre herhangi bir rotanın ortasını kendinize başlangıç yapabilirsiniz. Bence tümü yarımadayı coğrafi ve kültürel olarak benzersiz bir biçimde keşfetmenize olanak sağlıyor, her yaştan ve kondisyondan insanın seçebileceği bir rota bulunuyor. Güzergahların farklılıkları üzerinde araştırma yaptıktan sonra zamanınıza ve bedeninize uygun birini seçebilirsiniz. Bence bu çeşitlilik çok güzel ve her mevsim yürünebilir.
Sizce Camino de Santiago gibi bir rotaya çıkmak isteyen biri hangi konularda kendini yeterli ve hazır hissetmeli?
Yürüyebilen ve yürümek için sebebi olan herkes Camino’yu ya da herhangi bir rotayı yürüyebilir. Ben yoldayken bunun karşılığı olan tanıklıklar yaşadım; köpeğiyle birlikte, görme engelli çocuğuyla yürüyen ebeveynler, 70 yaşında sırt çantasını almış, tek başına yola çıkmış nineler, dünyadaki ömrünün sonuna çok yaklaşmış kanser hastaları, çok sevdiği birini kaybetmiş insanlar gibi. Yürümek bir bacağı sadece öbürünün önüne atmak suretiyle gerçekleştirdiğimiz çok basit ve hiç zorlayıcı olmayan bir hareket biçimi. Yaptıkça güçleniyor, katettiğiniz mesafeleri gördükçe bedeninize ve yaşama dair güveninizi tazeliyorsunuz. Bir süre kendim diye bellediği kimlikten çıkmaya, yer diye bellediği yerlerden uzaklaşmaya, farklılığa ve belirsizliğe açılmaya hazır olan herkes yapabilir.
Bu yürüyüşte yaşadığınız en benzersiz an neydi? Bu tarz yolculukların insan hayatındaki dönüştürücü gücü hakkında neler söyleyebilirsiniz?
3 farklı rotasını (Camino Norte, Camino Primitivo, Camino Portuguese) birleştirerek yaklaşık 1000 km boyunca yürüdüğüm Camino de Santiago yolları deneyimimden bana kalan hayatım boyunca unutamayacağım elbette birçok anı var ama içlerinden şu 3’ünü seçebilirim:
Yolda tanıştığım Almanya’da birkaç katolik kilisesinin başında olan peder Klemenz ve İngiliz “wanderer” Nathan. Bu başlığı “eşliğin önemi” olarak isimlendireceğim.
Kendi yemeğimi ve suyumu taşımak zorunda olduğum, ıssız ve yüksek dağlar. Onlara yaklaşmak, adım adım tırmanmak, yüksekliklerinin yarattığı iklim koşullarına maruz kalmak ve yine adım adım onlardan uzaklaşmak. Bu kısmın adı da “zorluğun öğrettiği” olsun.
Sonuncusu ise günler boyunca ulaşmak için yürüdüğüm, günümü, gecemi, yemeğimi, bütçemi ona göre organize ettiğim, son kısmını da çıplak ayak katettiğim yolun bittiği, Santiago’ya girdiğim, ara sokakların bir anda koca bir meydana açıldığı, durduğum, hedefime ulaştığım gün. Buna da “varmanın beyhudeliği” diyelim.
İşte bu 3 başlıkta yaşadığım deneyimler, beni dönüştürdükleri ve üzerine düşünecek, yazacak yeni derinlikler sundukları için bana eklendiler. En benzersiz anları buralarda yaşadım diyebilirim.
Günümüzün zorlu ve hızlı yaşam şartlarında doğayla içsel ve bedensel temas kurmayı ister istemez ihmal edebiliyoruz. Bunun üstesinden gelmek isteyenlere neler önerirsiniz?
Bu sorunun cevabı aslında çok basit; bedenimizle ve yaşamla, doğduğumuzda inanılmaz güçlü olan bağlantımızı nelerin bloke ettiğini fark etmek. Tıkanmış borunun içine sıkışanları çıkardığınızda, suyun akıvermesi gibi, içimizde tıkanıklık yaratan şeyleri fark edip onları beslemeyi bırakmaya başladığımızda kapladıkları yerlere yaşam enerjisi yeniden doluyor. Tıkanıklığı yaratan duyguları, düşünceleri, koşullanmaları, ön yargıları bulmayı; bunları insan olmanın kusurluluğunun bir parçası olarak kabul ederek yavaşça bırakmayı ve daha öz bir yere, öz benliğe yaklaşarak bunu yaşam boyu, durakları da hoş görerek devam ettirmeyi önerebilirim.