Objektif olarak baktığımızda yaşam çok daha kolay ve güvenliyken; bilgi birikimimiz, teknolojimiz, refah seviyemiz, can güvenliğimiz, sağlık sistemimiz önceye oranla çok daha iyiyken, neden bizler de aynı oranda daha mutlu ve sağlıklı değiliz? Dünyaca ünlü yazar ve konuşmacı Gabor Maté’ye göre tüm bu “gelişmişliğe” rağmen yaşamlarımız normallikten çok uzakta sürüyor. Her anında yoğun stres içeren, kapitalizm gibi yıkıcı bir sistem üzerine kurulmuş, sosyal olarak kabul görmenin ve uyum sağlamanın otantik olmanın üzerinde tutulduğu, duygusal faktörlerinse tamamen baskılandığı “modern” yaşamda, hepimiz kronik olarak bütünsel sağlık problemleri yaşıyor ve neden ortaya çıktıklarını merak ediyoruz. Maté’nin yeni kitabı The Myth of Normal‘a göre sağlık sorularımızın tetikleyicisini çok da uzakta aramamıza gerek yok. Çünkü birçok hastalık travma kaynaklı oluşuyor ve ancak travma farkındalığı içeren bir tedavi planı ile çözümlenebiliyor.
Gabor Maté kimdir?
5 kitabıyla birçok kez en çok satanlar listelerine giren dünyaca ünlü yazar, konuşmacı ve 20 yıllık aile hekimi Gabor Maté, odağına bağımlılığı, travmayı, stres kaynaklı hastalıkları ve çocuk gelişimini alıyor. Vancouver’da 10 sene boyunca çalıştığı klinikte bağımlılık ve zihinsel sağlık problemleri yaşayan birçok danışana yardım eden Maté, profesyonel birikimini bilimsel araştırmalar ve tarihsel örnekler ile sentezliyor. Ortaya attığı teorileri, yaşamın belki de en zorlayıcı konularına karşı sergilediği empati yüklü, yenilikçi yaklaşımları ve etkili başa çıkma metotları ile herkese iyi olma haline erişmede rehberlik ediyor.
The Myth of Normal kitabı ne anlatıyor?
Oğlu Daniel Maté ile beraber yazdığı en yeni kitabı The Myth of Normal‘ın çıkış noktası da teknoloji ve bilim ile gelişen modern sağlık sistemine karşı eş zamanlı olarak artan kronik hastalıklar, ilaç kullanımı ve zihinsel problemler. Bu tezatlığı ise toplumdaki “normal” algısının bozukluğuna bağlıyor. Maté’ye göre yaşamımız boyunca yetiştiriliş şeklimizden modern yaşamın hızlı temposuna kadar normal olarak gördüğümüz pek çok durum aslında zihnimiz, bedenimiz ve ruhumuza aşırı stres yüklüyor. Modern tıp da insanı bir bütün halinde ele almayıp sorun odaklı çalıştığı için geçmişimizden günümüze bağışıklık sistemimiz ve zihinsel sağlığımız üzerinde baskı yaratan bu duygusal yükü yok sayıyor. Nitekim zihinsel sağlık problemlerini de ne açıklayabiliyor ne de tamamen iyileştirebiliyor. Maté’ye göre içinde yaşadığımız bu “toksik normallik” kültürü bizleri bu denli hasta kılıyor.
“Herhangi bir ana zihinsel rahatsızlığı biyolojik olarak anlayamıyoruz.”
Prof. Anne HARRINGTON
Travma nasıl fizyolojik hastalığa yol açabiliyor?
Maté, travmayı aralarında ihmalkarlığın da bulunduğu her tür fiziksel ve duygusal suistimal tarafından tetiklenen fakat herkesin kendi kendine açtığı bir “psişik yara” olarak tanımlıyor. Bir başka deyişle travma olayların kendisi değil, bizim olaylara karşı bakış açımız ve kattığımız anlam ile oluşuyor. Örneğin Maté’nin kendisi henüz 2 yaşındayken annesi tarafından bir süre başka bir aileye veriliyor. Daha sonra annesi ile kavuşsa da Maté yaşamı boyunca bu durumu: “Ben yeterince sevilebilir, arzulanabilir değilim.” olarak zihnine kodluyor. Bu da ciddi zihinsel ve ruhsal problemler yaşamasına neden oluyor çünkü travmalar bizi; zihnimizi, ruhumuzu ve daha sonraları bedenimizi kök inançlar ile sınırlıyor, daha az esnek kılıyor ve kalbimizi katılaştırıyor. Kendimize ve hayata dair bakış açımızı değiştirmeyi, kişisel olarak gelişebilmeyi zorlaştırıyor.
Travmalarımızın bedensel hastalıklara yol açması aslında epigenetik çalışmaları yani gen gösterimi ile açıklanabiliyor. Çoğu hastalığın çıkışında genetiğin bir rolü olsa da asıl tetikleyici çevresel etmenler yani seçimlerimiz, alışkanlıklarımız, yaşam deneyimimiz oluyor. Birçok uzmanın hemfikir olduğu, çağımızın “stres hastalığı” kanser de duygusal faktörlerin bedensel hastalıkların çıkışında nasıl tetikleyici olabildiğine örnek verilebiliyor. Zihin ve bedenin tek bir sistem olduğu, post travmatik stres bozukluğu geçirmiş kadınların yumurtalık kanserine yakalanma riskinin iki katına çıkması veya sistemik ayrımcılığa maruz kalan siyah kadınların astım riskinin daha yüksek olması ile kendini gösteriyor.
Maté’nin kitabında yer verdiği bir örnek de ALS hastalığı ile ilgili. Kendi gözlemleri ve bu konuda yapılan bilimsel araştırmalara göre ALS yaşamı boyunca “fazla iyi ve kibar” olarak bilinen kişilerde daha yaygın şekilde görülüyor. Sinir hücrelerinin hasar gördüğü, hareket kısıtlılığına yol açan bu hastalığın, öfkenin sağlıklı bir şekilde gösterilmediği durumlarda, duyguların bastırılmasının bir somatizasyonu olarak oluştuğu öne sürülüyor. Başka araştırmalar da kendinden çok verme, özveri, sakinlik, sosyal kabul görme isteği gibi kişilik özelliklerinin iltihaplı romatizma ve melanoma – cilt kanserine sahip kişilerde bulunduğunu gösteriyor.
“Kendimize ait olduğuna inandığımız, hatta belki de gurur duyduğumuz bazı kişilik özelliklerinin, aslında kendimizle olan bağımızı ne zaman kaybettiğimizin izlerini taşıdığını fark etmek fazlasıyla ayıltıcı.”
Gabor MATÉ
Dünyanın yarısı ila yüzde 20’si arasında değişen bir popülasyon onları çevresel strese karşı çok daha hassas kılan genler ile doğuyor. Bu da aslında “daha çok hissetmelerine” yol açıyor. Bu insanlar yaratıcı, empatik, şefkatli kişiler olmalarının yanı sıra Maté’nin “modern çağın stresi ile başa çıkma mekanizmaları” olarak adlandırdığı rahatsızlıklar olan ADHD, anksiyete bozukluğu, depresyon, PTSD’ye daha yatkın oluyor.
“Hayatta kalmaya çalıştığınızda hastalıkları birer başa çıkma mekanizmasına, kayıpları ise bir kültüre çevirirsiniz.”
Stephen JENKINSON
Travma kaynaklı hastalıkları, travma farkındalığı ile iyileştirmek
Maté’nin travma tanımına göre dünyada kendini travmalardan koruyabilmiş tek bir insan bile olmayabilir! Peki travmalar birçok hastalığın gelişiminde tetikleyici bir rol oynayabiliyorsa, bütünsel sağlığımızı korumak için ne yapabiliriz?
Maté’ye göre travmaların iyileşebilmesi için onları bilmemize, hatırlamamıza veya üzerine gitmemize gerek yok. Ona göre yapmamız gereken bir “şefkatli soruşturma”. Maté aşağıdaki soruları sessiz, sakin bir odada, tek başına ve kendimizi rahat hissettiğimiz bir zamanda kağıt üzerinde cevaplamamızı öneriyor.
- Hayatımda önem verdiğim hangi alanlar ve konularda, hayır demek istediğim halde evet diyorum?
- Hayır diyememem hayatımı; fiziksel, duygusal ve ilişki düzleminde nasıl etkiliyor?
- Günlük yaşamda hangi bedensel sinyalleri göz ardı ediyor, normalleştiriyorum?
- Hayır diyemememin arkasında yatan gizli neden ne? Hangi kök inancım beni hayır deme konusunda geride tutuyor?
- Kendi değerimi aşağı çeken, beni geride tutan bu kök inançları nerede, kimden, ne zaman öğrendim?
- Peki, nerede ve ne zaman içimden geçen bir evet cevabını söyleyemedim? Kendimi hangi arzu ve merakımdan geride tuttum?
Bu sorulara cevap verdikten sonra sıra travmamıza yeni bir perspektif getirmeye geçiyor. Bizi geride tutan kök inancımızı bulduktan sonra ilk adım onu olduğu gibi, sadece bir düşünce tek gerçek doğru değil, olarak kabul etmemiz gerekiyor. Daha sonra sıra ne zaman bu kök inanç zihnimizde tetiklenirse kendimize bunun sadece eski bir mesaj olduğunu ne bilinçli olarak düşündüğümüzü ne de hak ettiğimizi hatırlatmaya geçiyor. Ne hissettiğimizdense neyi aksiyona geçirdiğimiz bu noktada önem taşıyor. Yani bizi engelleyen kök inançlarımız mı aksiyonlarımızı yönetecek, yoksa kendi istek ve arzularımız mı?