Her yıl, gökkuşağı bayraklarının daha da canlı dalgalandığı haziran ayı, LGBT+ Onur Ayı olarak tüm dünyada kutlanıyor. Bu yıl İstanbul’da 27.si düzenlenecek olan “İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası” etkinlikleri, 24 Haziran Pazartesi günü itibariyle başlayarak panel, yaratıcı drama, atölye çalışmaları, meditasyon, film gösterimi ve final olarak da izin çıkmamasına rağmen onur yürüyüşü gibi aktivitelere sahne olacak.
Haftaya giriş yaparken, LGBT+ hareketinin yıllar içerisindeki gelişiminin yanı sıra psikolojik boyutuna da dikkat çekmek için Psikolog Simge Korkut ile LGBT+ psikolojisi hakkında konuştuk.
Nasıl başladı?
Eşcinselliği düzeltilmesi gereken bir sorun olarak görme algısı ne yazık ki çok uzun yıllar öncesine dayanıyor. Bu düşünce yapısıyla şekillenen tarih boyunca, cinsel eğilimleri yüzünden yargılanan ve psikolojik ya da fiziksel şiddete maruz kalan bireyler için isyanın başlangıç adresinde Stonewall var.
28 Haziran 1969’da, New York’un popüler gay barlarından Stonewall Inn’e bir polis baskını düzenlendi. Polisin uyguladığı haksız şiddet karşısında LGBT+ bireylerin tepkisi, polise direnen patronların teslim olmayışı, giderek yükselen gerilim ve artan öfkeli kalabalık bu kasıtlı muameleye artık kimsenin tahammülünün kalmadığını gösteriyordu. Stonewall ayaklanmasının hemen ardından tüm büyük şehirleri etkisi altına alacak bir hak mücadelesi başladı. Çeşitli protestolar, yürüyüşler, toplantılar ve birlik çağrıları ışığında; ayrımcı tavrı kabullenmeyen, başkalarına sesini duyurmaya ihtiyacı olan ve desteğini esirgemeyerek birlikteliğe ortak olmak isteyen herkes onur bayrağının açtığı gökkuşağının bir parçası haline geldi.
1973 yılında Amerikan Psikiyatri Derneği, eşcinselliği ruhsal ve duygusal bozukluklar listesinden çıkararak geçmiş yılların algısını kırmak için bir adım atmış oldu. Tüm pozitif gelişmelere rağmen varlığını her zaman hissettirme ihtiyacı duyan “ahlak yanlısı” söylem ve eylemler tüm hızıyla kendini göstermeye devam ediyordu.
Nefret cinayetlerinde Harvey Milk
1978 yılında, cinsel yönelim ayrımcılığına karşı çalışmalarıyla sesini duyuran ilk eşcinsel politikacı Harvey Milk, kendisine düzenlenen bir suikast sonucu, San Francisco’daki görevinde henüz 1 yılını tamamlayamamışken hayatını kaybetti. Bu olay sinema perdesine, mektup pullarına, edebi eserlere yansımakla kalmadı; çeşitli şehirlerde yürüyüşlerin ulusallaşmasına da önayak oldu.
LGBT+ Onur Ayı; kutlamaların, renkli görüntülerin, cesaretin, “Love Wins” temasının ve dayanışmanın bir timsali olmasının yanı sıra toplumu; yıllar içerisinde nefret cinayetine kurban gitmiş insanları, psikolojik ve fiziksel baskılar nedeniyle hayatlarına son veren çaresi tükenmiş bireyleri, süregelen haksızlıkları ve psikolojik yıpranmaları hatırlamaya, hatırlatmaya davet ediyor.
“Buradayım”
Aile içinden veya sosyal çevreden gelen ayrıştırıcı yargıların kendini keşfetme sürecinde olan bireyin gelişimi üzerindeki olumsuz etkilerini ve genel olarak ötekileştirilme psikolojisinin kişide ne gibi yönelimlere yol açtığını Psikolog Simge Korkut şu sözlerle açıklıyor:
“Bildiğimiz gibi LGBT+ bireylere yapılan psikolojik ya da fizyolojik taciz ve şiddet; ABD’de 1950, Türkiye’de 1980’lerin ortasından bu yana hala devam etmekte. Üstelik bu baskılara karşı başlatılan hak arama mücadelelerine dahi şiddet bulaşmış durumda. LGBT+ bireyler, ‘Ben buradayım’ haykırışına karşı özellikle Türkiye’de aile içerisinden başlayarak çeşitli yargılamalara, ayrıştırmalara ve ötekileştirilmelere maruz bırakılıyor.”
Cinsiyet kimliği, parmak izi gibi bireye özgüdür
Psikolog Simge Korkut şu sözlerle devam ediyor: “Cinsiyet kimliği, yaşamın ilk yıllarında oluşmaya başlar ve dil gelişimiyle beraber çocukluk döneminde büyük ölçüde şekillenir. Cinsiyet kimliği, parmak izi gibi bireye özgüdür ve her bireyde farklı olarak şekillenir. Bu gelişimde esas olan, çocuğun kendisini ait hissettiği cinsiyeti ve cinsiyet ifadesini keşfetmesi, anlamlandırması ve bunu engellemeyen/baskılamayan güvenli bir ortamda yaşayabilmesidir.
Cinsiyet kimliğinin; ırk, etnik köken gibi kimliğin diğer bileşenleri ile bedensel, ruhsal, sosyal faktörler ve toplumsal yapıyla etkileşim halinde geliştiği düşünülmektedir. Tam bu noktada kişi, cinsel kimlik karmaşası yaşadığı bir yaş aralığındayken; aile, toplum ya da yakın çevresi tarafından yargılayıcı, ayrıştırıcı söylem ve eylemlerle karşılaşırsa kendi varlığını sürdürebilmek için bir başka sahte (fake) kimlik yaratma ihtiyacı duyabilir.
Bununla beraber özellikle ergenlik çağındaki kişilerde görülen “kimlik karmaşası”ve “kimlik bunalımı”, bireyde ilerideki yıllarda kişilik bozukluğu, sapkınlık (perversiyon), uzun süreli depresyon, kendini öldürme düşüncesi ve davranışı gibi durumlara sürükleyebilir. Kimlik karmaşası kısmını bir şekilde tolere edebilmiş bireyler, yaşamlarının bir evresinde özlerine yabancılaşarak kendilerini toplumdan dışlamaya veya topluma zarar vermeye eğilim gösterebilirler.
Tüm bu verilere rağmen hatırlatmak istediğim bir şey var ki ergenlik çağında veya yetişkinlik döneminde kendini “öteki” hisseden, ayrımcılığa maruz bırakılan, ezilen, eşit ve özgür bir yaşam sürdüremeyen bir kişinin psikolojik zorlanmalarının ‘bireysel psikopatoloji’den ziyade; herkesin ezilme süreçleri ve şiddet karşısında, farklı bağlam ve düzeylerde gösterebileceği insani tepkiler olduğunu unutmamak gerekir.”