Ben disiplinli bir tipim. Böyle günlük ajanda üzere, sabah dokuz akşam dokuz, gerekirse gece nöbeti olmak üzere çalışma, üretme ve işe yarama kapasitesi sonsuz bir ailenin içinde büyüdüm. Bizimkiler hayatlarının her anını “işe yarar” olmaya adamışlardı. Ailevi deformasyon diyelim. Babanız daha ufacıktan sizi televizyon ekranlarının karşısından kaldırmak suretiyle envai çeşit kitabın arasına  sürükleyince, sekiz yaşında doğum günü hediyesi olarak elinize profesyonel ajanda tutuşturunca böyle oluyorsunuz galiba.

Bizim evin mottosu “işleyen demir ışıldar” olduğu için ara verdiğimiz zaman bile işe yarar bir şeyler yaparak ışıldardık. Örneğin ders çalışmaya ara veriyorsan, kitap okursun. Kitap okumaya ara veriyorsan yürüyüş yaparsın. Yaptığın şey illa bir işe yarayacak. Daha sonraları en işe yaradığım anların meditasyonda durduğum anlar olduğunu keşfedene dek hep işe yarar işler yaptım. İşe yaramadığım zamanlar kendimi suçlu ve dünyadaki azıcık vaktimi boşa harcıyormuş gibi hissettim.

“Hala eğer vakit kaybediyorsam strese girerim. Bir yere geç kalıyor ve başkalarının zamanlarından çalıyorsam kalbim ritmini şaşar.”

Boş muhabbetlerden sıkılırım. Birlikte vakit geçirdiğim kişilere ya bir şey katmalıyım, ya onlardan besleniyor olmalıyım. Ya da onlarla bir hayli eğleniyor olmalıyım. (O da lazım) Eğer muhabbet “E, napıyosun, daha daha napıyorsun, hiç, sen ne yapıyorsun” boyutuna gelmiş ya da döngüye girmişse ve oradan kaçamıyorsam üzerime bir alaca karanlık “vakit kaybı” karanlığı çökmeye başlar. Aklımdan “bu saatler içinde bir kitap bitirebilir, 2 çeşit yemek yaratabilir, meditasyon yapabilir, iki satır çiziktirebilir ve daha nice nice işler çıkarabilirdim…” başlıklı konular geçmeye başlar.

Tabii zamanla aramdaki bu iletişim ara sıra beni zora sokuyor. Daha spontan olmamı engelleyebiliyor örneğin. Bazen “işe yarama” saplantım yüzünden kendimi bir kelebeği dakikalarca hayranlıkla izlemeye veremeyebiliyorum. Günlük yürüyüşlerimiz sırasında eşim durup, tüm cilvesiyle denize vuran güneş ışıltılarının tadını çıkarmak istediğinde, “tempolu yürüyüşümüzün hızını kesiyor” diye onu kolundan çekiştirerek yola sürebiliyorum.

Velhasıl “işe yaramak” ve “yapılması gerekenler” zaman zaman hayatın esas önemli anlarını kaçırmama neden olabiliyor. Belki o işe yaramadığım için çok sıkıldığım anların içinde rahatlamayı öğrensem, hayatım değişecek! Bu yönümü son zamanlarda yakın mercek altına aldım.

“Biz akıl ve mantık üzere hayatı devam ettirmeye koşullanarak büyüdüğümüz için çoğunlukla bu sesle tezat düşüyoruz.”

Sezgilerimizle hareket etmeyi, onları duymayı ve dinlemeyi bize kimse öğretmediği için onun sesini bilinçaltımızın derinliklerine gömüyor, akıntıya karşı kürek çekiyoruz. Akıllıca olanı yapmanın bizi arşa erdireceğini zannediyoruz. Oysa biz sezgi varlıklarıyız. Zamanı doğrusal zannediyoruz. Oysa zaman, sonsuz. Kendimizi zamanın ve aklın içine sıkıştırdıkça daralıyoruz.

Kendime sadece kalbimin sesini dinlemeye söz verdiğim bir özgür gün tanıdım. Gökyüzüne boş boş bakıp temiz havayı ciğerlerime çekerken, işe yaramak ve vakit kaybı saplantılarım baş gösterdiğinde, onları nazikçe izledim, “bugün benim günüm, yarın konuyu devralabilirsiniz” diye ikna ettim ve gökyüzüne bakmaya devam ettim.

“Kalbin sesini dinlemek genellikle duygular üzerine hareket etmek gibi anlaşılıyor.”

Oysa kalbin sesi, aklın ve duyguların değil; sezgilerin, evrenle uyum içinde olmanın sesi. Yaşamın ritmini dinlediğinde duyduğun ses. Bazen bir itkiyle nedenini bilmeden, sana süper anlamsız görünen işler yaptığın ve sonunda tüm yaptıklarını neden yapmış olduğunu anladığın ses.

Kendimi sezgisel havuza attığım gün, kendimi manüple etmediğim, kendi vaktimle hareket ettiğim zaman, eforsuzca ve kısa zamanda çok şey yapabildiğimi yeniden hatırladım. Zamanın ritmine, sezgisel ritminize uyduğunuzda tüm yapmanız gerekenler alışık olduğunuzdan daha ilginç bir tempoda işliyor. Sizin kurallarınızla değil, evrenin kalp atışlarıyla. Mucizelere alan açılıyor. Kendinize, kendinizi hiçbir şey yapmaya zorlamadığınız bir gün ayırın. Bolca durun, kendinize ne yapmak istediğinizi sorun. İçinizdeki vakte kulak verin. O ne diyorsa onu yapın. Bakın görün gününüz nasıl geçecek…

Konu ile ilgili “daha fazla” bilgiye aşağıdaki yazılardan da ulaşabilirsiniz:



Arzu Özev

1983 yılında İstanbul’da doğan Arzu, Saint Joseph Lisesi’ni bitirdikten sonra University of Massachusetts Amherst’te psikoloji okuduğu yıllarda, Sudarshan Kriya nefes tekniği ve yoga öğretisiyle tanıştı. Hindistan başta olmak üzere, Yeni Zelanda, Güney Afrika, ABD ve Almanya’da kişisel gelişim ve yoga konusunda birçok eğitim alarak, sertifikalı eğitmen oldu. Dünya çapında 150...



BLOOM SHOP