“Geçmişinizin yaralarını iyileştirene kadar kanarsınız. Yemeği, alkolü, uyuşturucuları, işinizi, sigarayı, seksi yara bandı olarak kullanarak kanamayı geçici olarak durdurabilirsiniz. Ama eninde sonunda kan aradan sızacak ve hayatınızı lekeleyecektir. Yaralarınızı açacak, ellerinizi içine sokup, sizi geçmişinizde, hatıralarınızda tutan acının çekirdeğini içerden çıkaracak gücü kendinizde bulmalı ve onunla barışmalısınız.”
Iyanla Vanzant
Dalai Lama, rahatsız edici duygularımızın etik olmayan yönelimlerimizin kaynağı olduğunu söylüyor.
Bu duyguların aynı zamanda anksiyete, depresyon, kafa karışıklığı ve stresimizin de temeli olduğundan bahsediyor. Sri Sri Ravi Shankar ise tüm olumsuz duygularımızın sebebinin sevgi olduğunu söylüyor. “Bu gezegende sevgi olmasaydı, problem de olmazdı” diyor.
Kimse kıskanmazdı, hırslanmazdı, hiçbir şeye kızmazdı. Öfke, hırs, kıskançlık, tüm olumsuz duygular sevginin meyveleri. Mükemmelliği sevdiğimiz için mükemmel olmayan bizi kızdırıyor. Bizimle aynı fikirde olmayanlar bizi kızdırıyor.
Oysa birine karşı veya bir olay karşısında olumsuz duygulara kapıldığınız zaman bir kere daha düşünün. Kendi içimizde ne kadar tutarlıyız acaba? Bugün ak dediğimize yarın kara diyoruz. Sürekli fikir değiştiriyoruz. Belki on sene önceki kendimizle bugün karşılaşsak kavga edeceğiz.
Olumsuz duyguların yıkıcı bir potansiyeli var.
Artık olumsuz duyguların bağışıklık sistemi üzerindeki yıkıcı etkisi bilimsel olarak da kanıtlanmış bir gerçek. Psikonöroimmünoloji bilimi psikolojimizin sinir sistemi ve bağışıklık sistemimiz üzerindeki etkisini araştıran bilim dalı.
Sağlıklı bir yaşamın ve sağlıklı ilişkilerin temelinde bu duygulara eğilmek var. Olumsuz duygularımızla nasıl başa çıkabileceğimiz bize ne evde ne de okulda öğretiliyor. Belli duygusal döngülerin içinde sıkışıp kaldığımız halde, bu duyguların köklerini bilmediğimiz, oturup onları incelemediğimiz için bir arap saçının içinde debelenip duruyoruz.
Öfkemizin ardındaki olası utançlarımıza, acımasız öz eleştirilerimizin ardındaki özgüven eksikliğimize, bağımlılıklarımızın ardındaki reddedilme korkumuza yabancıyız.
Duygularımız o kadar karmaşık, o derece içinden çıkılması zor ki; çoğu zaman onları halı altına süpürüp hiç yoklarmış gibi davranıyoruz.
İçimizde kopan fırtınaların peşinden koşup yıkıcılığın ve hasarın tam kalbinde buluyoruz kendimizi. Yoğun çünkü. Acıyor. Çok acıyor hem de. Tıpkı yaramazlık yapan bir çocuğu karanlık bir odaya kilitleyerek cezalandırdığımız acımasızlıkla, duygularımızı da bilinçaltımızın karanlıklarına kilitliyoruz.
Onlarla yüzleşmiyoruz. Onları hiç dinlemiyoruz. Hayat böyle daha kolay gider zannediyoruz fakat gerçekte onların boyunduruğu altında, uzun vadede hastalıklardan hastalık beğeniyoruz. Evet, fonksiyonelliğimize katkıda bulunuyorlar belki. Günlük hayatı daha kolay idare edebildiğimizi sanıyoruz.
Oysa duygu ve düşüncelerimizin hipnozu altında, rüzgarda savrulan bir poşetten farksızız. Aklın sınırlarını aştık, uzayın öte ucunda vardık belki. Yine de yarattığımız tüm teknolojilere rağmen, kendi kalbimize inemedik, bizi ele geçiren duygularımızla baş etmek aklımıza bile gelmedi.
Ve sonuç olarak, gerçekte kim olduğumuzu asla bilemedik. Yapmamız gereken onca işin gücün arasında, gerçek kimliğimizi bulmak, iç alemimizi keşfe dalmak teferruattan başka bir şey değildi. Gereksizdi. Konuyla alakasızdı. Hatta fazlaca romantikti.
Teknolojik bakımdan kendimizle övünebilir, kibre kapılabilir, gurur duyabiliriz. Hatta “ilerlediğimizi” bile düşünebiliriz. Ancak gerçek şu ki, bilinç seviyesi olarak iç güveysinden halliceyiz.
İç aleminin keşfine dalmayı tamamıyla unutmuş bir ırkın, bilinç seviyesinde ilerleme kaydetmesi ontolojik olarak mümkün değil çünkü. Duygularımıza eğilmedikçe, onlarla yüzleşmedikçe ve iç alemimizi bir düzene sokup, iyileştirmedikçe de, neyi keşfedersek keşfedelim, içimizde bir yer yara bere içinde hep ilgimize muhtaç kalacak.
Geçmiş yaralarımızı sarmaya ve kendimizle yüzleşmeye yönelmediğimiz sürece hem kendimizle hem de çevremizle ve ikili ilişkilerimizin de sağlık kazanması nasıl mümkün olabilir ki?
İlginizi çekebilir!