RÖPORTAJ: ALEYNA TEPE İPER

Konfor arayışı, modern insanın en temel yönelimlerinden biri haline gelmiş durumda. Günlük yaşamı kolaylaştıran seçeneklerin artması, fiziksel sınırları azaltırken zihinsel ve etik sınırları da esnetiyor. Böylelikle rahatlık, zamanla sadece bir yaşam standardı değil, aynı zamanda bir değer yargısına dönüşerek davranışlarımızı biçimlendirmeye başlıyor. Ancak bu eğilim, psikolojik sağlıktan toplumsal yapının ahlaki dengesine kadar geniş bir yelpazede derin etkiler bırakabiliyor. Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile artan konformist yaklaşımların insan doğası, ahlaki kararlar, toplumsal yapı üzerindeki etkilerini ve kötülüğün sıradanlaşmasına nasıl zemin hazırladığını konuştuk!


Kötülüğün konformist eğilimlerden beslendiğini ifade ediyorsunuz. Bu bağlamda, bahsettiğiniz “kötülük” kavramı nasıl tanımlanabilir? Hangi davranışlar ya da eğilimler bu kapsamda değerlendirilmeli?

İnsanın doğasında kötülük ve iyilik, aynı anda kötücül ve iyicil parçalar var. İkisi bir denge içerisinde. Davranışsal entropi yasasına göre iyilik ve kötülük arasında zıtların dinamik dengesi var. Yani karanlık yoktur, aydınlığın olmaması vardır. Soğuk yoktur, ısının olmaması vardır. Aynı şekilde kötülük yoktur, iyiliğin olmaması vardır. Böyle düşünüldüğü zaman kötülükleri artıran bir zemin oluşması gerekiyor. İşte bu zeminlerden bir tanesi de konfortizmdir. Yani kişinin emek vermeden, yorulmadan, kolayca konforuna, rahatına düşkün bir şekilde yaşamayı seçmesidir.

Bu durumun beden sağlığındaki karşılığı obezitedir. Yeme disiplinini sağlamamak, hedef farkındalığının olmamasına bağlı. Kişinin yemesiyle ilgili iç disiplini bozulduğu zaman bedensel bir obezite, büyüme oluyor. Aynı şekilde insanın psikolojik obezitesi de var. Psikolojik obezite ise açgözlülük, doyumsuzluk, sorumsuzluk, sınırsızlık şeklinde ortaya çıkıyor. Bu durumdaki biri, hep kendi çıkarını, sadece kendi hazlarını düşünür, sadece kendisi için yaşar, sadece kendi rahatını bozan şeyleri tehdit olarak görür.

Günümüzde, kötülüğü besleyen ve “rahatlık hastalıkları” olarak tanımlanan psikolojik ve fiziksel sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu belirtiyorsunuz. “Rahatlık hastalıkları” kavramını biraz daha detaylı açıklayabilir misiniz?

İnsanın rahatlık hastalığına yakalandığını söyleyebilmek için üç tane ana belirti var. Birincisi kişinin amaçsızlığı, yani bir kişi sabah kalktığı zaman amacı yoksa, gelecekle ilgili bir planı yoksa bu kişi beynini programlamaz. Beynimizin programlanması bilincimize aittir. Beyin, günü ve geleceği planlar. Kişi ise bununla ilgili psiko-SWOT analizi yapar.

Mesela kaynak yönetiminde bütün işletmeciler SWOT analizini öğretir. SWOT analizi nedir? Kişinin güçlü yönlerini ve zayıf yönlerini bilmesi; onu bekleyen tehditleri ve fırsatları anlamasıdır. Ama bunu değerlendirirken hedef ve stratejilerinin, vizyonunun da olması gerekir. Nasıl finansal kaynaklar yönetilirken vizyon, hedef ve stratejisi varsa, SWOT analizi yapılıyorsa, bir insanın psikolojik kaynaklarını yönetirken de hedef ve strateji odaklı düşünmesi; orta, uzun, kısa vadeli hedefler belirlemesi ve buna karşı kendini tanıması gerekiyor. Daha sonra da bu çizdiği yolda onu bekleyen tehditleri, fırsatları  analiz etmesi, planlaması, zamanlaması gerekiyor. İşte bunu yapmadığı zaman kişi konfortizmin en önemli alanına girmiş olur.

Beynimizin çalışma sistemi bütün canlılarda ortak bir özellik. Beyin, hayatta kalma odaklı çalışır. Bütün canlılarda yemek, içmek, üremek, barınmak beynin ortak özelliğidir. İnsan için de hayatta kalmaya göre bir çalışma söz konusu ama insanda ayrıca Default Mode Network (DMN) diye bir network de vardır. Bu network, insan beyninde anlam arayan bir network’tür. Yani yemek, içmek, üremenin dışında burada yaptığım işin anlamı nedir? Burada, doğada pozisyonum nedir? Nasıl bir hayal kurmam lazım? Bu sadece insanda var. Mesela bir köpeğin hayal dünyasını düşünseniz hep kemik peşinde koşmak, yiyecek peşinde koşmaktır. Kuşa bakarsınız, yiyecek. Hepsi böyle. Ama insanın hayal dünyasına baktığımız zaman her insana göre değişir çünkü insan anlam arayışı içerisinde olan bir varlıktır. Bu nedenle amaçsız olan bir kimse rahatlık, yani konfortizm hastalığına yakalanır.

İkincisi de anlamsızlıktır. İki türlü anlam vardır: seküler, dünyevi anlamlar ve uhrevi, manevi anlamlar. Yani ölümden sonrası ile ilgili anlamlar. Bir insanın sadece haz peşinde koşması rahatlık tuzağına düşmesi için yeterlidir. Böyle durumlarda ne yapılmalı? Rahatlık hastalığına düşmemek için sadece maddi, hedonik, haz odaklı amaçlar yerine anlam odaklı amaçlar da edinilmeli. Müzikle, sanatla, bilimle ilgilenmek, bunlar da güzeldir. Fakat bu anlamlar insanın varoluşsal anksiyetesini gidermiyor. Kişinin varoluşsal bunalımını gidermek için manevi olarak doğaüstü gerçeklikle ve yaratılışla ilgili konularda kafasındaki belirsizliği gidermesi gerekiyor. İnsan belirsizliği tolere edemeyen bir varlıktır. Kişi beynindeki anlam networkünde her şeyi bir mantıksal tanıma, çerçeveye oturtmak ister. Bunu oturtmadığı zaman kişi kolaya kaçabilir ve haz tuzaklarına düşebilir.

Rahatlık hastalığının üçüncü bir özelliği de kişinin lükse düşkünlüğüdür. Lükse düşkün olan kişiler konforculuk hastalığına da düşüyorlar. Çünkü kendilerini en iyisine layık gördükleri için yetinme duyguları az oluyor, hep daha fazla istiyorlar. Bunun sonucunda ise kolaycılık, lükse düşkünlük ve tembellik ortaya çıkıyor. Yani şu anda tembelliğin en önemli sebeplerinden birisi konforculuktur. Bu kişiler başkasının sırtından geçinerek yaşamaya çalışır. Üretmeden tüketirler. Başkası açlıktan ölse “bana ne” derler. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen kişilerin çoğu konforculuk yani rahatlık hastalığına düşmüş, emek vermeden, yorulmadan bir şeyler elde etmek isteyen kişilerdir. Lükse düşkünlük de konforculuk hastalıklarından biridir. Bu nedenle sadelik yaşam amacı olarak seçilmelidir.

Konfor ihtiyacı bir noktada insan doğasının koruyucu bir parçası olarak da kabul edilebilir mi? Bu ihtiyaç hangi noktada bireyin gelişimini, toplumsal sorumluluklarını veya etik duyarlılığını zayıflatmaya başlar? Konfor arayışının sağlıklı sınırlarını nasıl koruyabiliriz?

İnsanın içinde kötü parça dediğimiz hemen olsun isteyen, açgözlü, doyumsuz bir parça var. Yani çıkarcı bir bölüm var. Bu kısım, konforu çok yüceltir. İnsanın hayatta emek vermeden, fazla zorlanmadan bir şeyler elde etmesi insani bir eğilimdir. Fakat bunun etik sınırlar içerisinde olması gerekir. İnsanın başkasına zarar verme, başkasının sırtından geçinme hakkı yoktur.

İyi, doğru, güzel şeyler çoğu zaman konforu bozar. Ama kişinin hedefi varsa hedefi gerçekleştirdikçe başarının ve hedefe ulaşmanın verdiği konforu yakalayabilir. Bu nedenle onun açısından konforculukla mutluluk aynı değildir. Huzur kelimesi, geleceğini güvende hissettirecek bir konfordur. Kişi orta ve uzun vadeli planını yaptıktan ve büyük bir anlamın parçası olduktan sonra o kişideki konforculuk sağlıklı konfora düşkünlüktür. Onun için konforculuk tamamen kötü, tamamen iyi diyemeyiz.

Kötülüğe uyum sağlama eğilimi sadece konfor arzusuyla mı açıklanabilir? Sizce neden kötülüğe uyum sağladık? Toplumsal yapıya ayak uydurma isteği de bu sürece katkı sağlıyor mu?

Elbette konforculuk, kötülüğe uyum sağlamanın onlarca sebebinden sadece biridir. Bununla birlikte acelecilik, sabırsızlık, bencillik, çıkarcılık gibi kişinin diğer narsistik eğilimleri de bu sebepler arasındadır. Kötülüğe en çok götüren sebep kişinin hazcılığıdır. İkincisi bencilliği. Üçüncüsü mutsuzluğu. Bu üçü birlikte olduğu zaman kişi sıkıntılı, mutsuz ve hazza yönelme eğilimindedir.

Mutsuz olduğu için beynin kimyasalları azalır. Haz arayışı başlar. Beyin serotonin, dopamin, noradrenalin gibi kimyasalları artırmak ister. Peki, kişi bunu artıracak sağlıklı yollar, yöntemler bulamazsa ne yapar? Haz odaklarına yönelir. Kimisi eğlenceye, kimi içkiye, kimisi madde kullanmaya eğilim gösterir. Bu şekilde beynin hazla ilgili alanlarını tatmin etmeye çalışır. Fakat bu durum beyne bir rüşvet vermek gibi olduğu için beyin hep daha fazlasını ister, doymaz. Bu nedenle konforculuk insana zarar verir, yalana teşvik eder. Bu tarz kişiler konforu için rahatça yalan söyleyebilir. Konforculukta amaca ulaşmak için her şey yapılabilir tarzında bir yaklaşım vardır. Sosyal normlara, kurallara uymama yaklaşımı vardır. Bu yaklaşımlar nedeniyle konforculuk bütün kötülükleri besler.

“Nasıl anlaşabiliriz?” sorusu, yalnızca bireyler arası ilişkilerde değil; farklı düşünce yapılarına sahip toplumsal grupların bir arada yaşayabilmesi açısından da belirleyici olabilir mi? Bu tür bir yaklaşım, ayrımcılığı azaltmak, toplumsal kutuplaşmayı yumuşatmak ve bireyin kendine yer bulmasını kolaylaştırmak açısından nasıl bir işlev görebilir? Bu sorunun, konformist eğilimlere ve kötülüğe karşı düşünsel bir direnç oluşturma potansiyeli var mı?

Konforculuğun en önemli özelliklerinden biri de sosyal bağları zayıflatmasıdır. Konforculuğun sonunda yalnızlık ortaya çıkar. Yalnızlık ortaya çıktığı için kişi sadece kendi isteklerine, kendi çıkarlarına uygun yaşar. “Çıkarıma olan iyidir, çıkarım olmayan kötüdür” der. Yaşam felsefesi değişir. Böyle kişiler benmerkezci oldukları için empati yapamazlar. Başkasının hislerini okuyamazlar. Duygusal okuryazarlıkları düşüktür. Bu nedenle insanlar güçlüyken onların yanında olurlar, gücü kaybettiklerinde terk ederler ve yalnız kalırlar. Yani otorite gücünü ya da sağlığını kaybettikleri zaman yalnızlaşan kişilerin önemli kısmı konformist kişiler diyebiliriz.

Farkına varmak burada en önemli şey, ego ideali olan kişiler konforunu yönetebilir. Ego idealimiz olması lazım. “Hayatın sonuna geldiğim zaman nasıl bir insan olmak istiyorum? Nasıl bir iz bırakmak istiyorum? Nasıl anılmak istiyorum?” Bu sorulara cevap veren bir kimse konforunu değil, hedefini düşünür. Bir öğrencinin konforcu olması ders çalışmaması, tembellik yapması, kendini eğlenceye kaptırması demektir. O zaman ne olur? Sınavı geçemez, kaybeder. Çok çalışanlar kazanır. Onun için konforculuğun sonucu tembelliktir. Tembellik ise kişinin dünyadaki küresel rekabet ve yaşadığı çevre içerisinde başarısız olmasına sebep olur. Bunun sonucunda başarısız olan kişinin öz güveni düşer, yalnızlaşır. Ayrıca bu tarz kişiler sonuç almak için saldırganlaşabilir.

Bireyler, konforlarını kaybetmemek için zamanla değerlerinden taviz verebiliyor. Bu durum ise, toplumsal düzeyde daha büyük uyumsuzluklara ya da sessiz kötülüklere yol açabiliyor. Farklı karakterlerin bir arada uyum içinde yaşayabilmesi ve ortak bir amaç etrafında birleşebilmesi için gerekli motivasyonu hem kişisel hem toplumsal düzeyde nasıl güçlendirebiliriz?

Ortak amaç için farklı mizaçtaki insanlar, birlikte hareket ederlerse iş bölümlerini yapabilirler ve yatay ilişkileri sağlıklı kurarlar. Çalıştıkları sistemi, öğrenen örgüt haline getirirler. Yani toplumu canlı bir mekanizma haline getirirler. Böylece lider olan da diğer çalışanlar da öğrenir. Ama bu ortak hedef olursa gerçekleşir. Böyle durumlarda sadece kendi konforunu düşünen kişiler dışlanır.

En küçük öğrenen organizma ailedir. Anne baba da öğreniyor, çocuklar da öğreniyor. O ailedeki öğrenen örgüt mekanizması işlerse herkes beraber öğrenir. Kimse kimseyi domine etmeye çalışmaz. Yatay ilişkiler kurabilirler. Hatalar olduğu zaman o hatalardan bir şey öğrenilir ve ortak hedefler için bir araya gelinip çalışılabilir. O zaman üretmenin verdiği haz, konforun verdiği hazzı geçer. Konforun verdiği haz anlık, kısa vadeli olur ama üretmenin, hayata anlam katmanın, başka insanlara faydalı olmanın verdiği anlam daha çok mutlu eder.

İnsanın psikososyal ihtiyaçlar hiyerarşisinde en tepedeki ihtiyacı kendini gerçekleştirme ihtiyacı değil, “self-transcendence” ihtiyacı yani kendini aşma ihtiyacıdır. Kendini aşmak, sadece kendin için çalışmamak demektir. Bu, aslında mutluluğun formülüdür. Yani başkalarını mutlu ederek mutlu olmak. Başkalarına yardım ederek mutlu etmek ve kendini aşmayla ilgili hayaller kurarak, adımlar atarak o ihtiyacı karşılamak… Bu nedenle konforculuk değerleri yıpratır, çürütür. Değerlerin çürümemesi için kişinin muhakkak o grup içerisinde kısa vadeli hazlara, zevklere değil; orta ve uzun vadeli hazlara ve zevklere odaklanması gerekir. Kısa vadeli haz hemen yiyeyim, içeyim, çalışmayayım, vur patlasın, çal oynasın der. Ama orta uzun vadeli amaç, bir sene şu şu zorluğu yaşayayım daha sonra şu yatırımı yapayım, şunu üreteyim, şunu başarayım der. Kişinin o orta ve uzun vadeli başarısını düşünmesinin verdiği haz, konforculuğun verdiği hazzı geçer. Bu nedenle konforculuk kötü deyip yasaklamak yerine kişilere orta ve uzun vadeli hazları düşünmeyi öğretmek gerekiyor. Değerler, bu şekilde yönetilmeli.



Aleyna Tepe İper

1997 yılında İstanbul’da doğan Aleyna, lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans eğitimine Bahçeşehir Üniversitesi’nde Klinik Psikoloji alanında devam ediyor. Çocukluğundan beri duygu ve düşüncelerini yazarak ifade eden Aleyna, iyi yaşam konseptine duyduğu ilgiyi yazma tutkusuyla birleştirerek Live to Bloom’da editör olarak çalışıyor. Akademik ve deneyimsel olarak kendini...



BLOOM SHOP