Sizin de peşinizde yeterince iyi olmadığınızı fısıldayan bir hayalet dolaşıyor mu?
“Yeterince iyi bir anne değilsin. Yeterince iyi bir eş değilsin. Yeterince iyi bir arkadaş değilsin. Senden çok daha iyiler var, sen yeterince iyi yapamıyorsun bu işi, o yüzden hiç başlama bile! Ya başarısız olursan?”
Uzar gider bu liste ve sen zaten hiç yetemediğinle kalırsın. Koşarsın ama yetişemezsin.
Hala evlenmediysen, çoluk çocuğa karışmadıysan, bir iş sahibi olamadıysan ya da işinde belli bir yere gelemediysen, işe gidip işleri yetiştiremiyorsan, eve gelip her şeye yetişemiyorsan, yeterli değilsin. Yaşam enerjini minik minik yiyen bir sisteme karşı savaşıyorsun. Ne olursan ol senden hep daha fazlasını isteyecek bir sisteme karşı.
Sınavlarında doksan aldıysan, neden yüz alamadınla başlar savaşın! Daha çok çalışman lazımdır hep. Çünkü muhtemelen Ali senden daha iyi yapıyordur. İleriki senelerde hayali bir havucun peşinde koşan bir tavşan gibi hissedersin. Sana mutluluk eşikleri verirler ama bir türlü ulaşamazsın o vaat edilen topraklara. Hep el alemin ne istediğine göre yaşamaya, onların mutluluk profiline uymaya çalışırsın; genellikle de annenle babana. Onları da mutlu edemezsin, el alemi de!
Başarılı olduğumuzu, sevilmeyi hak ettiğimizi sevdiklerimize kanıtlamanın ve onların onayını almanın tek yolunun, istemediğimiz bir hayatın içinde çok istekli gibi davranmak olduğunu zannettik. İçimizde sevilmeyi, övülmeyi, fark edilmeyi, güvenilmeyi bekleyen “gerçek biz”in kısık sesi, “peki ben ne olacağım?” dedi hep. Vurduk kafasına. Bazen biz vurduk onun kafasına, bazen anamız babamız, bazen konu komşu…
Onu duymazdan geldik. Yetememezliğimize de alıştık bir yerde. Aksi halde kökten değişiklikler yapmamız gerekecekti ve bunun bedeli çok ağır olabilirdi. Ve gerçekten istediğimiz şeyleri yapamamak, bastırmak içimizde bir boşluk, bir mutsuzluk olarak büyüdü… Hayallerimizi unuttuk yavaş yavaş. Gri bir buluta girdik. Hatta bir çoğumuz, günün kargaşasında kendimize sormayı bile unuttuk: “Sahi ya, ben ne istiyorum?”
Peki ya sen?
Ne zaman olduğumuz halimizle, iyimizle, kötümüzle fazla fazla yeterli olduğumuzu hissedeceğiz? Ne zaman cesaretle dolacak, kendi üstümüze koyduğumuz -aslında sadece bir sanrıdan ibaret olan- o sınırları kaldırıp, içimizdeki ağlayan tarafı beslemeye başlayacağız? Bize öğretilenleri unutup, üstümüzdeki tozları silkeleyip, kendi gerçeğimizle var olma zamanı geldi de geçmiyor mu?
“Benim neye ihtiyacım var?”
“Yaptıklarımı ben beğeniyor muyum?”
“Beni ne mutlu eder?”
“Yüzümü hangi yöne dönmeliyim?”
“Neye yetenekliyim?”
“Korkularım yakamı bıraksa, ben ne yaparım?”
Sen mükemmelsin çünkü… Tam böyle, olduğun gibi mükemmelsin. Gece yatarken vicdanın rahat olduktan sonra el alemden sana ne! Onun bunun iyi-kötü hep söyleyecek bir şeyleri var. Fikirleri de hep değişir. Bir iyi konuşurlar, bir kötü. Kim konuşur biliyor musun en çok, iyi-kötü başkaları hakkında? Kendi düşlerinin peşine düşmeye cesaret edemeyenler konuşur. Kendi düşlerinin peşinde koşanların, geleceğini inşa etmeye karar kılanların, bir de kendini seçtiği için kendinden memnun olanların, kendi içinde huzuru ve başarıyı bulanların, kimse hakkında konuşmaya vakti bile olmaz ki… Kendi dünyasının, kendi yaratacaklarının heyecanı ona yeter de artar bile!
Korkuyor musun? Kork! Kim korkmuyor ki? Hepimizin korkuları var. Yeter ki korkunun ellerine teslim etme hayatını. Sadece korktuğun için mutsuzluk uçurumdan aşağıya yuvarlama kendini. Korkularınla karar verme. Sen yetersin. Fazla fazla yetersin. Hem de tam şu anda, tam da olduğun halinle mükemmelsin.
İhtiyacın olan koşmak değil artık. Durmak! Kendini dinlemek, hissetmek ve yaşamaya başlamak…
Konu ile ilgili “daha fazla” bilgiye aşağıdaki yazılardan da ulaşabilirsiniz: