RÖPORTAJ: ALEYNA TEPE İPER

Hepimiz çoğu zaman aynı soruların etrafında dolaşıyoruz: “Ben kimim? Neden acı çekiyorum? Nasıl iyileşebilirim?” Bu sorular yalnızca kişisel değil, kolektif bir yankı da taşıyor. İşte bu ortak arayışın tam ortasında Didem Ergin, kendi kırılganlıklarını ve deneyimlerini bir iyileşme diline dönüştürerek bizlere ayna tutuyor. Birlikte Dönüşen Zihin kitabıyla, Budist öğretilerden beslenen psikoloji yaklaşımını Türkiye’nin kültürel bağlamına taşıyor; bireysel dönüşüm ile toplumsal dönüşüm arasındaki köprüyü görünür kılıyor. Şefkatin ve maneviyatın yalnızca kişisel değil, kolektif bir iyileşmenin de kapısını aralayabileceğini hatırlatan Didem Ergin ile kitabını ve hepimize ilham verecek yolculuğunu konuştuk!


Sizi “Birlikte Dönüşen Zihin” kitabını yazmaya teşvik eden kişisel yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz? Özellikle Budist öğretileri Türkiye’nin kültürel bağlamına taşımak fikri nasıl ortaya çıktı?

Benim için kitap yazmak, her daim bir tür şifa aracı. Yıllar boyunca terapi odalarında, eğitimlerde, kendi acılarımla baş başa kaldığım anlarda şunu fark ettim: Hepimiz aynı soruları soruyoruz: Ben kimim? Neden acı çekiyorum? Nasıl iyileşebilirim?” Benim için bu sorular zor bir çocuklukta başladı, sonra derin depresyonla, zor geçen bir hamilelikle, pandemiyle ve oğlum doğduktan beş ay sonra gelen kanser teşhisiyle daha da derinleşti.

Birlikte Dönüşen Zihin bu sorulara kesin cevaplar vermek için değil, okurun kendi yolculuğuna ayna tutmak için doğdu. Çünkü gördüm ki kişisel acılarımız aslında kolektif acının da parçaları. Bu yüzden kitap benim hikayemden çıksa da herkesin hikayesine dokunabilecek şekilde yazıldı. Bir tür ortak bilinç günlüğü gibi…

Dönüşen Zihin podcastleri de bu birlik bilinciyle doğdu. Kendimizi anlamak, kendimizle daha derin bir ilişki kurmak ve öz şefkati içselleştirmek için çıktığım bu yolda, binlerce kişinin aynı hisleri taşıdığını gördüm. Kendini yalnız, eksik, kırık dökük gören yüzbinlerce insan var belki de. Bu ortaklık hissi beni Dönüşen Zihin Psiko-Eğitim Platformu’nu kurmaya yönlendirdi. Burada şefkat, meditasyon, mindfulness ve sinir sistemi düzenleme dersleri veriyorum.

Aynı zamanda ABD’de çalıştığım klinikte danışanlarla travma ve şefkat ekseninde psikoterapi yürütürken de fark ettim ki aslında hepimiz kendi dünyamızda çok benzer sorgulamalar yaşıyoruz: Hepimizin canı yanıyor, hepimiz mutlu olmak istiyoruz ama yolu bulmakta zorlanıyoruz. İşte tam bu noktada Budizm temelli psikoloji bize içsel özgürlüğe giden bir yol gösteriyor. Bunun için Budist olmak gerekmiyor, mesele zihnimizi eğitmeye niyet etmek. Yüksek lisans yaptığım Naropa Üniversitesi de zaten tam olarak bunu merkeze koyuyor: deneyimleyerek öğrenmek, bilgiyi kendi hayatımızda somut hale getirmek. Naropa, ABD’deki tek Budizm temelli üniversite ve benim yolculuğumda çok dönüştürücü bir alan açtı.

Benim asıl çalıştığım alan ise manevi öğretilerle psikolojinin kesiştiği yer: benlik ötesi psikoloji (transpersonal psychology). Transpersonal psikoloji, genellikle psikolojinin “dördüncü gücü” olarak tanımlanır. Psikodinamik, davranışçı ve hümanistik psikolojinin ardından 1960’ların sonunda doğmuş ve insan deneyiminin mistik, ruhsal ve bütünsel boyutlarını da kapsama alanına almıştır. Abraham Maslow bu kavramı ortaya koyarken insanın sadece kişisel değil, benlik ötesi yanlarını da vurgulamıştı. Bu alanı Türk literatürüne kazandırmış olmaktan gurur duyuyorum. Çünkü benim yolculuğumda da gördüm ki gerçek dönüşüm, yalnızca bireysel değil, ruhsal, toplumsal ve kolektif boyutlarıyla birlikte ele alındığında mümkün oluyor.

“Değişim” ile “dönüşüm” arasındaki farkı özellikle vurguluyor ve dönüşümü, olanı reddetmeden, şefkatle evrilmek olarak tanımlıyorsunuz. Oysa bugün yaşadığımız olaylar karşısında çoğu zaman hepimiz değişim arayışına giriyoruz, sizce yaklaşımımızı değiştirmek nasıl mümkün?

Değişim çoğu zaman dışarıya dönük, hedef odaklı bir çaba oluyor. “Şunu yapmalıyım, bunu bırakmalıyım” diyerek kendimize baskı kuruyoruz. Bizim kültürümüzde de çok sık duyduğumuz bir şeydir: Spor yapmam lazım, kilo vermem lazım, daha iyi olmam lazım. Bu “lazım” bakış açısından çıkmak gerek. Çünkü bu yaklaşım, kendimizi iten, beğenmeyen, reddeden bir yerden besleniyor.

Oysa dönüşüm bambaşka bir yerden geliyor: Var olanı reddetmeden şefkatle evrilmekten. Acıyı ya da kusurlarımızı yok etmeye çalışmak yerine, onları da yanımıza alıp daha geniş bir farkındalık alanına taşımaktan. Bize iyi geldiği için dönüşmek istiyoruz; olduğumuz halimizi kabul ederek, severek, kucaklayarak ve buradan evrilerek. Suzuki Roshi’nin sözünde çok güzel anlatıldığı gibi: Olduğun halinle zaten yeterlisin, ama biraz gelişmeye de ihtiyacın var. Asıl mesele bu: Hem kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek hem de hayatın bizi çağırdığı yönde evrilmeye açık kalmak. Gerçek dönüşümün gücü de buradan doğuyor.

Bireysel dönüşüm ile toplumsal dönüşüm arasındaki bağı, özellikle ülkece zor zamanlardan geçtiğimiz bu dönemlerde, nasıl daha çok hissedebiliriz? Sizce dönüşüm inancımızı ve motivasyonumuzu nasıl canlı tutabiliriz?

Bireysel ve toplumsal dönüşümün bağı interconnectedness dediğimiz, yani karşılıklı bağlılık öğretisinde görünür olur. Bu öğreti bize şunu hatırlatır: İzole bir benlik yoktur. Hepimiz birbirimize bağlıyız, birbirimizin içinde var oluruz. Fakat nefret, kibir ve ötekileştirme zihnimizin zehirli tutumlarındandır. Eğitilmemiş bir zihin çok tehlikeli olabilir. Nefret ettiğimizde ortak insanlığımızı unutuyor, karşımızdakini bizim bir parçamız olarak değil, yabancı ya da düşman olarak görüyoruz. Bu da bugün içinde bulunduğumuz toplumsal iklimi çok iyi özetliyor.

Oysa şefkat, hem kendimizin hem de başkalarının acılarını fark edebilmek ve o acıyı dindirmek için içimizde bir eyleme geçme arzusu hissetmektir. Şefkat pasif bir duygu değil, harekete geçiren bir güçtür. Şefkat bizi eyleme çağırır. Ne zaman umutsuz olur ve harekete geçmeyi bırakırsak, işte o zaman şefkatten uzaklaşırız, hem kendimize hem de başkalarına şefkat göstermek zorlaşır. Sinir sistemi düzeyinde de bu çok net: Küçük ya da büyük fark etmez, her şefkatli eylem dopamin ve ödüllendirici hormonları devreye sokar, iyilik halimizi destekler.

Dolayısıyla bu ülkeyi ya da toplumu dönüştürmek için yapılabilecek büyük ya da küçük diye bir şey yok. Her birimizin kapasitesi kadar attığı adım önemli. Vazgeçmek, pes etmek, “bana ne” demek şefkatin tam tersi bir duruş. Umut etmekse bana göre bir aktivist eylemdir. Atatürk’ün sözünü hatırlamak burada çok kıymetli: “Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır.

Bireysel düzeyde attığımız her şefkatli adım, toplumsal düzeyde dalga dalga yayılır. Ben umut ettikçe biz umutlanıyoruz; ben iyileştikçe biz dönüşüyoruz. Ve tüm bunlardan Birlikte Dönüşen Zihin kitabımda detaylıca bahsediyorum.

“Dört Yüce Erdem” kavramından kısaca bahsedebilir misiniz? Bu erdemler bireysel yolculuğumuzda bize nasıl rehberlik edebilir ve toplumsal dönüşüm potansiyelimizi nasıl besleyebilir?

Dört Yüce Erdem aslında Budizm temelli psikolojinin en önemli kavramlarından birisi. Bu dört erdem: şefkat (karuna), sevgi dolu iyilik (metta), sevinç (mudita) ve sükûnet/denge (upekkha). Bunlar yalnızca soyut erdemler değil, bireysel yolculuğumuzda zihnimizi eğitmek için birer yol haritası gibi. Şefkat, hem kendimizin hem başkasının acısını görebilme ve bu acıyı dindirmek için harekete geçme arzusunu taşır. Sevgi dolu iyilik, kendimizi ve başkalarını koşulsuz kabul etmeyi öğretir. Sevinç, başkalarının mutluluğunu kıskançlık duymadan paylaşabilme becerisidir. Ve sükûnet, bütün bunların içinde dengeyi ve geniş bir perspektifi koruyabilmektir.

Bireysel yolculukta bu erdemler bizi içsel özgürlüğe taşımaya yardımcı olur. Acılarımızla kavga etmeden, hayatla daha uyumlu ve şefkatli bir ilişki kurabiliriz. Ama bunun ötesinde toplumsal dönüşüm için de güçlü zihinsel araçlar olabilir. Çünkü şefkati ve sevgiyi sadece kendi sınırlarımızda değil, farklı düşünen, farklı yaşayan insanlara da yöneltebildiğimizde toplumsal barışın tohumlarını atıyoruz. Sevinç ve sükûnet ise, rekabetin ve kutuplaşmanın hakim olduğu bir dünyada birlikte var olmanın mümkün olduğunu hatırlatıyor.

Burada “maneviyat” kavramının da altını çizmek isterim. Maneviyat, dinle karıştırılmaması gereken bir kavramdır; daha çok insanın kendisini daha büyük bir bütünün parçası olarak hissedebilmesi, hayata dair anlam ve bağ bulabilme kapasitesidir. Kitapta da anlattığım gibi, manevi deneyimler illa dini ritüeller olmak zorunda değil. Bazen bir dağın tepesinde sessizce otururken evrenle bağ kurmak, bazen bir annenin çocuğuna baktığında hissettiği sınırsız sevgi, bazen de meditasyonda zihnin ötesine dokunduğun an… Bunların hepsi insanın varoluşunu daha geniş bir bağlamda hissettiği manevi deneyimlerdir.

Bilimsel bulgular da bu noktayı destekliyor. Columbia Üniversitesi’nden Prof. Lisa Miller’ın araştırmaları, maneviyatın psikolojik dayanıklılığımızı doğrudan güçlendirdiğini gösteriyor. Manevi pratikleri güçlü olan bireylerde depresyon riskinin yarı yarıya düştüğü; travma, kayıp ve zorlayıcı yaşam olayları karşısında çok daha hızlı toparlanabildikleri ortaya konuyor. Benlik ötesi psikoloji açısından baktığımızda, bu dört erdem ve maneviyat kavramı yalnızca bireyin değil, kolektifin de dönüşüm anahtarlarıdır. Hepimiz bir bütünün parçalarıyız. Dolayısıyla bu erdemleri içselleştirdiğimizde sadece kendi yaşamımızı değil, temas ettiğimiz bütün ilişkileri ve toplumsal yapıyı da dönüştürme potansiyeline sahibiz.

Yalnızca teorik bilgi değil, pek çok pratik ve meditasyon önerisi de sunuyorsunuz. Sizce bu pratikleri hayata geçirirken nasıl bir tutum geliştirmemiz gerekiyor? Doğru yapmak gibi bir kaygıya kapılmadan, aynı zamanda bu kadar çok pratik arasında kaybolmadan, doğal ve dönüştürücü bir yaklaşımı nasıl benimseyebiliriz?

Bence en önemli nokta, pratiğe yaklaşırken bir yarış ya da performans kaygısıyla değil, merakla ve şefkatle ilerlemek. Kitapta da altını çizdiğim gibi, bu pratiklerin amacı “doğru yapmak” değil; kendimizle daha nazik, daha bilinçli ve daha samimi bir ilişki kurabilmek.

Bunu şöyle düşünün: Hayal edin, size armağan edilmiş çok güzel, sıcak, güvenli bir ev var. Dağlara bakan bir manzara, sessizlik, eşyalar tam sizin zevkinize göre. Bu evde huzurla yaşayabilirsiniz. Ama size anahtarı veren kişi diyor ki: “Bu evde her zaman mutlu, huzurlu ve neşeli olacaksın. Eğer mutlu olmadığını görürsem evi geri alırım.” Ne hissederdiniz? Böyle bir baskı varken orada gerçekten rahat olabilir miydiniz? İşte çoğu zaman meditasyona da böyle bir baskıyla yaklaşıyoruz. “Mutlu olmalıyım, huzurlu hissetmeliyim, zihnim boş olmalı” diye düşünüyoruz. Oysa bu baskı, sürecin özünü zedeliyor.

Mingyur Rinpoche’nin dediği gibi meditasyon, “zihnin kendi doğasında dinlenmesi”dir. Onun sevdiği ifadeyle bu, “meditasyon olmayan meditasyon”dur. Yani zihni zorlamadan, içeriğini gözlemleyip arka plandaki farkındalık alanını fark etmek ve orada dinlenmektir. Bu yüzden meditasyonun amacı özel bir hal yakalamak ya da sürekli huzurlu kalmak değildir; zihnin doğasına tekrar tekrar geri dönebilmektir.

Benlik ötesi psikoloji açısından da bu çok anlamlıdır. Çünkü insan deneyiminin katmanlı yapısında en dönüştürücü şey çoğu zaman basitliktir. Bazen nefes çalışması iyi gelir, bazen bedensel farkındalık, bazen de şefkat meditasyonu. Burada önemli olan kendi hayatınızda o an ihtiyacınıza en uygun olanı seçebilmek. O yüzden doğru yapmaya çalışmaktansa kendinize şunu sorabilirsiniz: “Bu pratik bana iyi geliyor mu, bana daha derin bir temas alanı açıyor mu?” Eğer cevabınız evetse, zaten doğru yoldasınız. Küçük, düzenli ve samimi adımlar büyük dönüşümlerin en sağlam zeminidir.

Stanford Üniversitesi tarafından ülkemizdeki iki Şefkat Elçisi’nden biri olarak seçildiniz. “Şefkat Elçisi” olmak ne anlama geliyor? Bu kimlik, anlatılarınızda ve çalışmalarınızda nasıl bir yer tutuyor?

Stanford Üniversitesi’nin Applied Compassion Training (Uygulamalı Şefkat Eğitimi) programı benim için çok dönüştürücü bir yolculuktu. Bu program, şefkati yalnızca bireysel bir erdem olarak değil; iş hayatında, eğitimde, sağlıkta, liderlikte ve toplumsal alanlarda uygulanabilir bir beceri olarak nasıl hayata geçirebileceğimizi öğretiyor. Eğitimin sonunda Türkiye’deki iki Stanford Şefkat Elçisi’nden biri olarak tanımlanmak benim için büyük bir onur.

Ama bu unvan benim için bir kimlikten öte bir sorumluluk anlamına geliyor. Çünkü şefkat sadece başkalarına yöneltilen bir duygu değil; en önce kendimize dönük bir tutum. Zor bir çocukluktan, depresyondan, zorlu bir hamilelikten ve kanser deneyiminden geçerken öğrendim ki kendime şefkatle yaklaşmadığım sürece başkalarına da şefkatle yaklaşmam mümkün değil.

Bugün gerek kitaplarımda, gerek Dönüşen Zihin Platformu’ndaki psiko-eğitimlerde, gerekse klinikte danışanlarla olan çalışmalarımda şunu tekrar tekrar görüyorum: Şefkat bireysel iyileşmenin olduğu kadar toplumsal dönüşümün de en güçlü yakıtıdır.

Şefkat Elçisi olmak da benim için tam olarak bu: İnsanlara, kendine iyi davranmanın yalnızca kişisel bir iyileşme değil, aynı zamanda daha adil, daha kapsayıcı, daha umutlu bir toplum yaratmanın da temeli olduğunu gösterebilmek.

Kendi içsel yolculuğunuzu bir dönüşüm kaynağına çevirdiniz ve bugün benzer süreçlerden geçen kadınlara ilham oluyorsunuz. Bireysel deneyiminizi kolektif bir paylaşıma dönüştürme motivasyonunuz nereden besleniyor?

Benim motivasyonumun en temelinde şu var: Kendi hikâyemin sadece bana ait olmadığını görmek. Ataerkil bir toplumun en tutucu kasabalarından birinde kız çocuğu olarak büyüdüm. Bu koşullar bana çok erken yaşta çalışmayı, emek vermeyi ve kendi yolumu açmayı öğretti. Gençliğimin büyük kısmı çaba içinde geçti ama bu çaba aynı zamanda bana dayanıklılık da kazandırdı.

Elbette çoğu zaman kendimi yalnız, görülmemiş ve duyulmamış hissettim. Ama bugün dönüp baktığımda, bu hislerin sadece bana özgü olmadığını görüyorum. Hepimiz zaman zaman değersiz ya da yalnız hissediyoruz. Tam da burada paylaşılan hikayeler iyileştirici oluyor. Ben kendi kırılganlığımı görünür kıldığımda, başkaları da kendi hikayelerini paylaşmaya cesaret edebiliyor.

Açık söylemek gerekirse, ben içimdeki o büyük boşluk hissinden en çok başkalarına hizmet edebildikçe, onlara eşlik edebildikçe kurtuldum. Derslerimde öğrencilere alan tuttukça, terapi odasında kendi sorunlarımı bir süreliğine park edip danışana ayna olabildikçe içimde derin bir mutluluk doğdu. İşte bu, benlik ötesi alanın ta kendisi: egonun dar çerçevesini bırakıp daha büyük bir bütünle temas etmek.

Dalai Lama’nın çok sevdiğim bir sözü var: “Eğer başkalarının mutlu olmasını istiyorsan, onlara şefkat göster. Eğer mutlu olmak istiyorsan, şefkatle yaşa.” Bu benim motivasyonumun özeti.

Ve en önemlisi şu: Bütün bu yolculuk -yaşadığım zorluklar, yalnızlık, mücadeleler- beni ben yaptı. Bugün hem kırılganlığımı hem de gücümü sahipleniyorsam, bu hikaye sayesindedir. Dönüşüm sadece bireysel kalamaz; mutlaka kolektife dokunur. Benim hikayem de Birlikte Dönüşen Zihin kitabım da bu dokunuşun küçük bir parçası.



Aleyna Tepe İper

1997 yılında İstanbul’da doğan Aleyna, Bilkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra, insanı anlama tutkusunu pazarlama, marka yönetimi, yazarlık ve içerik üretimi gibi yaratıcı alanlara taşıdı. Bugün psikoloji bilgisini yaratıcı üretim süreçleriyle harmanlayarak, marka ve içerik yöneticisi olarak çalışıyor. Aynı zamanda yazıları aracılığıyla ilham vermeye, deneyimlerini paylaşmaya ve keşfetmeye devam...



BLOOM SHOP