Yaşadığınızı hissettiğiniz herhangi bir anı hatırlayın. Aşık olduğunuz, denizin mavisinde kaybolduğunuz, okyanusun dalgalarına karıştığınız, bir yaz gecesi billur gökyüzünde yıldızları izlerken kendinizden geçtiğiniz ya da baharın kokusu içinize dolarken kuşları dinlediğiniz, kısaca bütün hücrelerinizle yaşadığınızı hissettiğiniz herhangi bir anı…
Bunlara benzer birkaç an yaşanır kılmıyor mu hayatı? Nefes aldığımız her an yaşadığımızı hissedemeyişimiz en dokunaklı trajedisi bana göre hayatın! Bunu fark ettiğimden beri o “an”ları yakalamaya bakıyorum. Her zaman mümkün olmuyor elbette. Bazen yorgun, bazen bezgin, bazen moralsiz oluyor insan. Dolu bir zihinle dünyanın en güzel yerinde bile olsan, “o anı” yaratamıyorsun. O “an” kendini yaratmıyor ya da…
“Onun için 15 senedir her gün ödev gibi, asker gibi, bazı günler istemeyerek bile kendimi zorlaya zorlaya da olsa nefes, yoga ve meditasyon yapıyorum.”
Zihnimi, bedenimi, ruhumu boşaltmazsam anları yakalayamıyorum çünkü. Anları yakalayamadığım zaman yaşadığımı hissedemiyorum. Yaşadığımı hissedemediğimde hayata bağlanamıyorum.
Bugün bir arkadaşım “ruhumun kaybolduğunu hissediyorum” diye yazdı. Hepimiz zaman zaman hissetmiyor muyuz bunu? Canımız hiçbir şey yapmak, kimseyi görmek istemiyor. Sadece uyumak, daha da çok uyumak istiyoruz. Çağın yangını bu kronik depresyon. Sosyal medyada hepimiz en mükemmel hallerimizle varız oysa içimizde bir şeyler sürekli ölüyor. Yaşarken ölüyoruz.
Tabiattan koptuğumuz için.
Yaşamaya çalıştığımız koşullar bugün mezbaha hayvanlarının yaşamından hallice. Tabiattan o kadar kopmuş bir haldeyiz ki, depresyon aslında sadece bize doğamıza dönmemizi, onunla uyum içinde yaşamamızı hatırlatmaya çalışıyor. Sistemimizin bu yaşam koşullarına bir başkaldırısı ve reddedişi.
“İlaçla değil ancak tinsellikle söndürülebilecek bir yangın. ”
Bu tabiattan kopukluğumuzu pek çok yönden örneklendirebiliriz. Her şeyden önce, yaşadığımız hayatın hızı, insan doğasına aykırı. Uzun uzun binaların içinde, bir ağaç gölgesine hasret yaşamlar sürüyoruz. Hafta sonlarımızı alışveriş merkezlerinde suni eğlencelerle geçiriyoruz. Garip garip şeyler yiyip içiyoruz ve beynimiz sürekli aktif.
Üst üste fotoğraflar çekip, telefonunuzun hafızasını hiç boşaltmadığınızı düşünün. Zihinlerimiz aynı o telefon kadar dolu. Ultra entelektüel, tinselliği neredeyse hiç anımsamayan bir toplumun içinde, her şey normalmiş gibi, ruhumuz doyurulmaya aç yaşıyoruz. Birçok şey konusunda sonsuz bilgiye sahibiz, kendimiz hariç. Kendimizle ilgili bilgimiz sonsuz derecede zayıf.
“Depresyon, ruhumuza dönmenizi emrediyor, ilaçlarla beynimizi uyuşturarak her şey normalmiş gibi davranmamızı değil. Doğal antidepresanı bulmamızı… ”
Kendimizi bilmemizi emrediyor. Sorgulamamızı, değiştirmemizi, enerjimizi yükseltmemizi, an avına çıkmamızı, yapmadıklarınızı yapmamızı, cesur olmamızı, ruhumuza temas etmemizi, kendimizi ertelemekten vazgeçmemizi emrediyor. Eğer siz de sık sık depresifleşiyorsanız, kabuğunuzu kırma, bedeninizi, zihninizi, ruhunuzu boşaltma, “ben kimim?” diye sorma, şifa ve yanıt arama vakti demektir.
Konu ile ilgili “daha fazla” bilgiye aşağıdaki yazılardan da ulaşabilirsiniz: