Neale Donald Walsch’a göre hayatın amacı, kendini anbean yeniden yaratmak ve bir sonraki idealine evriltmektir.
Muhtemelen farklı kelimeler kullanarak ifade edecek olsam da, hayatın amacı söz konusu olduğunda ana fikre katılıyorum. Dönüşmek, soyunmak, kabuğumuzdan çıkmak, öğrendiklerimizi unutmak ve en nihayetinde içimizden en yüksek halimizi doğurmak için buradayız.
Kendimizi; olduğumuz yüksek varlığı hatırlamak için. Olmadıklarımızı üzerimizden silkeleyip değişmek, dönüşmek, kalıplarımızı kırmak için. Eski alışkanlıkları ve artık bize hizmet etmeyen her davranışı değiştirmek; öte bir versiyonumuzu yaratmak ve insan teknolojisini kullanmak için.
Peki hal böyleyse, neden çoğumuz bu dönüşüme karşı koyuyoruz?
Bize ve çevremize zarar veren davranışları/alışkanlıkları ısrarla sürdürüyor, yeni yılda verdiğimiz kararları uygulamaya koymuyor ve kendimize tekrar tekrar yeniliyoruz?
Yaşam tahtını çoğumuzun hayatında ele geçirmiş olan egomuz için dönüşüm, ölüm demek. Bu yüzden de rahatını bozmak istemiyor ve bizi bildiklerimizin dışına çıkarmaktan özenle kaçınıyor. Bazen mutluluk vaat eden ufak numaralarla, onlar işe yaramadığında da korku salarak bizi sandıklarımızın doğruluğunda, kalıplarımızın hapsinde, hayatın karanlık yanında tutmak istiyor. İşte egonun yaşamla aramıza ördüğü bu kalın duvar dönüşümümüzü yavaşlatıyor.
Ünlü bir psikolog olan Tara Bennett-Goleman, “Ben böyle iyiyim, değişemem” tutumu yerleşik bir sınırlamaya sahip, diyor ve devam ediyor: “Bu tutumla, bizim için nelerin mümkün olabileceğini anlamış olduğumuzu varsayıyoruz.”
Oysa potansiyelimiz ya bizim sandığımızın çok ötesindeyse?
Siz de hayatı bir katarakt hastası gibi görmekten sıkıldıysanız, sisteminizin nelere kadir olduğunu öğrenmek ve büyülü bir perdeyi aralamak istiyorsanız, hem kendinizle aranızdaki ilişkiye hem de çevreniz ve ikili ilişkilerinize dönüşüm, sevgi ve anlam katacak olan bu yolculuğa doğru adım atabilirsiniz.
Bu adımların ilki ve en önemlisi içeriyi gözlemlemeye başlamak. İç gözlem, iç hallerimizi gözlemlemek demek. Dikkat ederseniz zamanımızın çoğunu yapma-etme içinde geçiriyoruz. Bu sürekli yapma-etme hali, insanı kendi duygu ve düşünceleriyle baş başa kalmaktan, içinde olup bitenlere şahit olmaktan uzak tutuyor. Kendimizi hiç tanımadan doğuyor ve onunla hiç tanışmadan ölüyoruz…
Oysa insan yapma değil, olma varlığı. Bu yüzden de iç dünya düzene girmedikçe, dış dünyadaki kaos da devam ediyor.
Kristin Neff’in söylediği gibi:
“Düşünceler ve duygular, tarihimiz, geçmiş deneyimlerimiz ve bağlantılarımız, yazılımımız, hormonal durumumuz, fiziksel konfor seviyemiz, kültürel koşullanmışlığımız, daha önceki duygu ve düşüncelerimiz ve daha pek çok faktörün birleşiminden ortaya çıkıyor. Bu zihinsel deneyimleri yok edemeyiz. Ancak onlarla olan ilişkimizi değiştirebiliriz.”
İç gözlem yoluyla insan kendi ağır aksak yanlarını görüyor. Dünyayı suçlamayı bırakıp kendi külahını önüne alma imkanı buluyor. Kendi saçma çıkarımları ve inançlarıyla yüzleştikçe eşine dostuna karşı da daha sevecen ve affedici oluyor.
İçeriyi gözlemledikçe, kendisiyle ilgili bilgilendikçe ve en önemlisi de kendini tüm geçmiş hatalarıyla, kazalarıyla, tüm yaralarıyla kabul edip tıpkı bir annenin evladını sevdiği gibi koşulsuzca sevmeyi öğrendikçe kendisiyle arasında şairane bir ilişki doğuyor. Kendisiyle dalga geçebilmeye, onu tiye alabilmeye, ama en önemlisi de onu acıtmadan dönüştürmeye bir kapı açıyor.
İçinizde yok saydığınız bir arkadaş, dertleşmediğiniz bir dost, ilgiye muhtaç bir bebek, sizi korumak ve sonsuzca sevmek isteyen bir anne var. Tıpkı aile üyeleriniz, dostlarınız, hayatınızdaki diğer insanlar gibi o da sizinle vakit geçirmek istiyor.
Siz de her gün oturun, gözlerinizi kapatın ve kendinize “Nasılsın?” diye sorun…