YAZAN: MİRAY AKIN

Hayatlarımızdaki sosyal medya gerçeği yadsınamayacak bir boyutta. Her anımızı, sohbetlerimizi ve kariyer planlamalarımızı bile sosyal medya üzerinden yürütüyor bir nevi gerçek hayatın yanı sıra sanal bir dünyanın içerisinde var olmaya çabalıyoruz. Facebook, Twitter, Instagram, Snapchat ve TikTok derken her gün sayısı giderek artan ve bir o kadar da hayatımızdaki yeri sağlamlaşan sosyal medya uygulamaları her ne kadar iletişimi kolaylaştırıyor ve gündemi takip etmeye yardımcı olsa da özellikle kimlik oluşumuna olumsuz etki edebiliyor. Peki çevrimiçi kimliklerimizin standardize edilmesine odaklanan sosyal medya baskısı nedir?


Çevrimdışı kimlik, çevrimiçi kimliğe karşı

İnsanlar nasıl algılanmak isterlerse o şekilde kendilerini gösterdikleri bu platformlarda, kendini “kabul ettirmek” için herkes gibi davranma eğilimi yaygın bir davranış olarak görülüyor.

Çevrimiçi ve çevrimdışı kimlikler geliştirdiğimiz iki farklı dünyanın arasında özellikle bir topluluğa ait olabilmek adına sosyal medyada düşünmeden, dürtüsel davranmak oldukça karşılaşılan bir durum. Bunu trendlerin hızlı bir şekilde yayılmasından, benzer paylaşımların yapılmasından ve çevrimiçi görünümlerin giderek birbirine benzemesinden bile anlamak mümkün. Gerçek hayatta olmadığımız bir insanı, sosyal medyanın mükemmel olarak sunduğu portrelere ve filtrelere uygun kılmaya çalışıyor olduğumuz ise bir gerçek.

Sosyal medya mahallesinin baskı mekanizması

Sosyolog Şerif Mardin’in 2007 yılında literatürümüze kattığı mahalle baskısı kavramını anlayabilmek ve günümüzde sosyal medyada yaşadığımız baskı ile örtüştürebilmek için “gelenek” terimini incelemek gerekiyor.

Antropolog Robert Redfield kültürün iki ana gövdeden oluştuğunu, bunlardan birinin küçük gelenek diğerinin ise büyük gelenek olduğunu ifade ediyor. Kırsalda yaşayan ve geçimini tarım ile sağlayan insanların kültüründen küçük gelenek oluşurken, şehirde yaşayan insanların kültürünü de büyük gelenek biçimlendiriyor. Mardin ise Türk küçük geleneğinde normlardan farklı bir duruma karşı hoşgörünün olmadığını ve “sapmalar” yaşayan kişilere de bir göz baskısı uygulandığını belirtiyor. Bu her ne kadar yeni bir durum olmasa da modern versiyonuna sosyal medyada da rastlanıyor.

İnsanlar, diğerlerinden farklı olmamak adına kendi görüşlerini, düşüncelerini dilediği gibi “kişisel” olan hesabı üzerinden paylaşamıyor. Aksi takdirde linç adı verilen ve sürü psikolojisinin bir yansıması olan ofensif davranış biçimleri ile karşı karşıya kalabiliyor, sosyal medyadaki varlıklarına devam edemiyorlar. Herkes ne yapıyorsa onu yapmak, sosyal medyanın bir sırrı gibi gözükse de apaçık ortada olan kuralını oluşturuyor. Kendisi gibi olmayanı, düşünmeyeni veya duygularını aynı şekilde dışavurmayanı aşağılamak ve hakaret etmek ise bu mahallede bir o kadar normal karşılanıyor.

Herkes sosyal medya aktivisti olmalı “mı”?

Herkesin fikirlerini açıkça dile getirebileceğini savunan bu platformlarda ne yazık ki herkes gibi düşünmeyenler veya davranmayanlar linç kültürünün birer malzemesi olarak görülüyor. Her ne kadar sosyal medya kapalı kapılar arkasında kalan meselelerin gün yüzüne daha kolay bir şekilde çıkarılmasını ve verilmek istenen mesajların kitlelere daha kolay ulaşılmasını sağlıyor olsa da aynı etiketler altında toplanmayan kişiler, adaletin aranmaya çalışıldığı yerde ötekileştirmenin öznesi oluyor.

“Sessizlik şiddettir” düşüncesi ile başlayan bu mekanizmanın en belirgin olduğu zamanlar ise felaket ya da kutlama zamanları oluyor. Bir bayram sabahına uyanıldığında kutlama mesajlarını yayınlamayan ve eylemsiz kalmayı tercih eden bir insan haksız yere eleştiriye maruz kalabiliyor. Felaket zamanlarında da benzer bir şekilde gündemdeki olay haricinde paylaşım yapan kişilerin bunu neden yaptığına dair bir açıklama yapması, yapmıyorsa da herkesle aynı postu paylaşması bekleniyor.

Sosyal medya baskısı ile nasıl başa çıkılmalı?

Ne zamandan beri insanların bireysel kararlarını bizim alanımıza girmediği sürece sorgulamak, eleştirmek, kınamak ve linç etmek meşru bir hale geldi? Üzücü bir olay yaşandığında her ne kadar saygı çerçevesinde davranmak etik açıdan önemli olsa da paylaşım yapmamayı tercih etmenin de saygı duyulması gereken bir karar olması gerekiyor.

Oluşturulan bu uyum sağlama baskısı ile kendimizi sürekli olarak birilerine kanıtlamak, kim olduğumuzu, değerlerimizin neler olduğunu tanıtmak zorunda gibi hissettiğimiz bir gerçek. Modern dünyanın eleştirel mahallelerini, sosyal ağlardaki takip edilenler-takipçiler oluşturuyor demek ise ne yazık ki mümkün gözüküyor.

Unutmamalı ki her insanın acıyı, hüznü ve mutluluğu yaşayış şekli ile birbirinden farklı. Paylaşım yapmak veya yapmamak ise bireysel bir karar olduğundan ötekileştirme unsuru olarak değerlendirmemeli. Sosyal farkındalık yaratılmak isteniyorsa önce insanları olduğu gibi kabul etmeli, fikirlerine ve düşüncelerine saygı gösterilmeli.



Miray Akın

1994 yılında Ankara'da doğan Miray, lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamladı. Ardından Hacettepe Üniversitesinde Pazarlama üzerine yüksek lisans eğitimi aldı. İnsan ve hayvan haklarına olan ilgisi, onun birçok sivil toplum örgütünde aktif bir şekilde rol almasını sağladı. Kendisini yazı yazarak ifade eden biri olarak sözlerini kaleme dökmeye tutkun...



BLOOM SHOP