RÖPORTAJ: BURCU ERBAŞ

Uzman Klinik Psikolog ve yazar Ferhat Jak İçöz profesyonel hayatında da gündelik yaşamında da odağına varoluşçu felsefeyi alıyor. “Felsefenin gündelik hayatta önemli bir rehberlik sunabildiğini” söyleyen İçöz, bireysel zorluklar deneyimlediği aynı zamanda danışanlarınınkilerini dinlediği bir 10 sene sonunda zaten kendi kendini oluşturmuş olan kitabı “Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği”ni kaleme alıyor. Hayatın neredeyse her alanını; yas, aşk, cinsellik, öz sevgi, ölüm ve nicesini varoluşçu felsefenin büyük düşünürlerinden ve kendi perspektifinden anlatan İçöz’le gerçek anlamda kendin olmaktan sonsuzluk kavramına uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.


Varoluşçu felsefeden yola çıkarak hayatın her alanını incelediğiniz kitabınız Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin çıkış noktası neydi? Varoluşçuluk günümüz dünyasında giderek daha alakalı bir hale mi geliyor?  

Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği en azından 10 yıldır içimde pişiyordu diyebilirim. Hatta aktaracaklarım o kadar hazırmış ki, anlatacaklarımı kelimelere dökmek görece çok kısa sürdü. Çıkış noktası birden fazla. Hem kendi hayatımda karşılaştığım zorluklar hem de danışanlarımın karşılaştıkları diyebilirim. Her iki durumda da felsefeden çok faydalandığımı, felsefenin gündelik hayatta önemli bir rehberlik sunabildiğini düşünüyorum. Aslında bir parça bunu aktarmaya çalıştım. Bu bağlamda ikinci sorunuza da cevabım evet. Ama sadece varoluşçuluk değil, genel anlamda felsefi düşünme ve felsefi yaklaşım günümüzde gittikçe daha çok ihtiyaç duyduğumuz araçlardan biri haline geldi. 


Bedenlerimizi birer araç olarak görmeye başladığımızı söylüyorsunuz. Bu durum kendini hayatın hangi alanlarında gösteriyor, hangi problemlerimizin temelinde bedeni, zihni ve ruhu birbirinden ayırmamız yatıyor?

Bedenlerimizi birer araç olarak görmeye başlamadık aslında. Çok uzun zamandır görüyoruz. Yeni değil. Daha antropolojik bir yerden yaklaşacak olsam medeniyete verdiğimiz ilk kurbanlar bedenlerimiz diyebiliriz. Ve bunun bedeli çok yüksek. Hangi problemlerin temelinde dediniz ya, hangisinin temelinde değil ki. Yaşamaya izin vermediğimiz her üzüntü, yas, endişe, kaygı, korku aslında bedenimizden kopmak demek. Uzun süreler sistematik olarak bazı deneyimlerimizi dışladığımızda, kaçınılmaz bir şekilde kendimizi bulduğumuz çukur da çeşitli ruhsal zorluklar oluyor. 

İyi yaşam algısının önemli bir parçası olan cinsellik, varoluşçu felsefede de sadece seks eylemini ifade etmiyor. Bütüncül bir açıdan yaklaşıldığında cinselliğini yaşamak nedir? 

Varoluşçu açıdan cinselliğin deneyimi canlılıktır. Tersten söyleyecek olursam yaparken, içindeyken, yanındayken kendimizi canlı hissettiğimiz tüm eylemler ve ortamlar bize cinsel bir deneyim sağlar. Cinselliği yaşamak demek yaptıklarımızla hayata daha sıkı mı bağlanıyoruz, yoksa kendimizi tüketirken ve tükenirken mi buluyoruz sorusuna birinci cevabı vermek. 

Ölüm farkındalığı aslında mutlu bir yaşamın anahtarı mıdır? 

Ölüm farkındalığı bir parça karmaşık bir konu. Birçok insan ölümle meselesini hallettiğini iddia eder. Kimisi de ölümü hayatının ve zihninin dışına atar. Ölüm demek yerine sonluluk kavramını daha çok seviyorum. Felsefi anlamla aynı şeye denk geliyorlar. Hep verdiğim bir örnektir; eğer benim yaşayacak sağlıklı bir 50 yılım daha varsa, umarım vardır (!) ve her hafta bir kitap bitirebilirsem bu geri kalan 50 yılımda, hangimiz haftada bir kitap bitirebiliyoruz ki, ama yine de bonkör davranalım örnek aşkına, o zaman şu ömre 2.500 kitap sığacak demek. Bunun bilinci ile o kitapları seçmek iyi bir yaşamın anahtarı diyebilirim. 

Bir duygunun, yaşanmasına izin verilirse, beden ve zihinde bıraktığı etkinin 90 saniye kadar sürdüğü söyleniyor. Fakat birçoğumuz bu söyleme katılmayacaktır. Günümüz dünyasında duygularımızın farkında olmak, onları yaşamak, kabul etmek neden bu kadar zorlaştı? 

Öncelikle deneyimlerimizi sayısallaştıran tüm söylemlerden kaçınmayı tercih ederim. Belki siz öyle bir niyetle söylemediniz ama bu cümle insanlara “Duygunu yaşamaya izin ver, 90 saniye sonra hepsi geçecek.” gibi bir vaat verebilir. Her ne yaşıyorsak ölene kadar bizimle. İyisiyle, kötüsüyle. Bir bu konu da zihnimizi netleştirmeye ihtiyacımız var. Bununla beraber asıl sorunuza gelecek olursam günümüzde deneyimlerimizi serbestçe yaşamanın zorluğunun bir parça insan olmaktan geldiğini düşünüyorum.

Bu nedenle bu günümüzün sorunu mu ondan da emin değilim. Örneğin; istediğim kadar özgürleşeyim, her zaman ötekilerin benim hakkımda ne düşündüğü konusunda endişe duyacağım. Sırf bu nedenle birçok duyguma yer açmıyor olabilirim. Belki bu cendereden gerçekçi bir çıkış; duygularımızla beraber onlarla nasıl ilişkilendiğimizi de olduğu gibi görmektir: Korkuyorum ve korktuğum için utanabilirim. Öfkeliyim ve öfkemi gizlemek isteyebilirim. 

Peki, kendi hislerimizle tekrardan nasıl temasa geçebiliriz?

Hiçbir şey yapmayarak. Tam aksine yaptıklarımızı bırakarak. Hislerinize dair kurduğunuz cümlelere bakın. Ne zamanki belli bir hissinizin yanlış, fazla, az, olmaması gerektiğini iddia ederseniz o zaman hislerinizle temasınızı kaybetmiş olursunuz. 

Kitabınızda ikili ilişkilerde yaşadığımız birçok sorunun kaynağı “Ben – O” tarzı iletişime dayanıyor. Bu yaklaşımdan ve daha sağlıklı alternatifi “Ben- Sen” iletişiminden bahsedebilir misiniz?

Çok basitçe ötekinin benden bağımsız bir birey; bir insan, bir özne olduğunu kabul etmek. Benim beklentilerim onun sorunu değil. Evet, karşılıklı oturup konuşabilir, birbirimizin beklentilerini karşılamaya çalışabilir veya çatışıp ayrık kalabiliriz ama öteki benim bir uzvum değil. Sevgilimin saat başı bana mesaj atmasını isteyebilirim. Eşimin yıldönümünde beni bir sürprizle şaşırtmasını bekleyebilirim. Ama bunlar olmayabilir. O benim elim değil, kolum değil. Benden bağımsız. Bunu kabul edebilmek ve karşılıklı sağlam bir diyalog kurabilmek sanırım Ben-Sen tipi ilişkilenmenin birinci prensibi. 

Kötü hislerimizin, dürtülerimizin en az iyi özelliklerimiz kadar bize ait olduğunu bilmek bizlere nasıl bir alan tanır?

İttirdiğimiz, bastırdığımız, görmek istemediğimiz her şey geri döner. Hem de onları kendimizden uzak tutmaya çalıştığımız sürenin verdiği güçle, tazyik ile. Bir alan açmaz anlayacağınız. Hatta işimizi de zorlaştırır ama kendimize sahip çıktığımız takdirde, hayatımızın yazarı olma şansını elde edebiliriz. 

Travmalarımız da aynı diğer duygularımız gibi yaşanmayı ister ve ancak yaşandığında mı iyileşir? 

Travma oldukça karmaşık bir konu, uzmanı da olduğum bir konu, o yüzden kısa ve özet bir cevap vermekten çekinirim. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki travmatize olmak demek yaşadığımız bir şeyi kendi öykümüze dahil edememek, gerçekliğini kabul edememek, çok güçlü bir dürtü ile o yaşananı yok saymak demek. Ama unutmamamız lazım ki kendimizi korumak adına yok saymaya çalışıyoruz.

Yani “yaşamak” da istesek de yapabileceğimiz bir şey olmayabilir. Travmatik yaralarımızı sarmak bazen boyumuzu aşar. İşin içinden çıkamıyorsanız bir uzmana gidin derim. Bir kişinin hazmedemediğini iki kişi bazen hali yoluna koymak zorunda kalabilir. 

Günümüzde her yaştan insanın varlığını en çok hissettiği, yakındığı, iyileştirmek istediği duygusu kaygı olabilir. Varoluşçu felsefe ise kaygı duygusunu kontrol altına alınması gereken bir negatiflikten öte, bir canlılık belirtisi olarak değerlendiriyor. Endişe, nasıl pozitif bir ışıkta görülebilir? 

İngilizce’de çok sevimli bir laf vardır. “What is, is.” Neyse o. O yüzden endişelerimizi de pozitif bir ışıkta görmesek de olur. Yeter ki kaygımızın, endişelerimizin, tıpkı diğer duygular gibi, bize anlatmak istediklerine kulak kabartmaya gönüllü olalım. 

Kendi zihnimizde bile hislerimizi, düşüncelerimizi, aksiyonlarımızı kontrol altında tutmak için kullandığımız -meli, -malı eylem kipli cümlelerimizin ana kaynağı nedir?  

Hepimizin bir şeylerin başka diğer şeylerden daha doğru, daha değerli, daha geçerli olduğuna dair kanaatları var. Ailemizde öyle görmüşüzdür, toplumdan öyle öğrenmişizdir veya belki kendi deneyimlerimizden yola çıkarak öyle bir çıkarıma varmışızdır. Mesela ben “Keskin sirke küpüne zarar.” atasözü ile büyüdüm. Çok da geçerli olduğuna inanıyorum.

Ama öfkeyi ne kadar dışlayan bir laf değil mi? Hepimizin -meli, -malıları var ve olacak. Yeter ki bu şekilde düşünürken kendimizi bulduğumuzda üzerine şunu da soralım; ben böyle düşünerek kendimden nasıl yabancılaşıyorum? Ben üzülmemeliyim dediğimde, kendimi kendimden nasıl uzaklaştıyorum?

Yaşadığımız tüm deneyimlerimizde, duygularımızda, nefretimizde bile aslında tek başına mıyız? 

Hem de tamamen. Birbirimize sadece eşlik edebiliyoruz. Ama kimse bizim yerimize üzülemez, sevinemez, aşık olamaz. Kendi deneyimimizde yapayalnızız. 

Anda kalmanın, çoğu Doğu yorumunun aksine geçmişi ve geleceği unutup sadece şimdiye odaklanmak olmadığını, şimdinin aslında geçmişi de geleceği de barındırdığını söylüyorsunuz. Peki size göre nasıl “anda” kalınabilir? 

Aslında günümüzde sunulan “anda kalma” direktifi pek Doğu felsefelerinin bahsettiği değil. Daha doğrusu Doğu’dan gelen felsefi metinlerin kötü birer modern yorumu. Anda kalmak için bir şey yapmamıza gerek yok çünkü her an andayız. Başka nerede ve ne zamanda olabiliriz ki? Geçmişte veya gelecekte yaşayamayız, anda yaşarız sadece. Örneğin açıp Yoga Sutralar’a bakarsanız anda kalın demez. Anın içini bazen nasıl çöple doldurduğumuzu ve ne yaparsak anımızı saflaştırabileceğimizi anlatır. Ancak “andan koptun” dediği bir deneyim resmetmez. 

Ölümle sınırlanan “sonlu” hayatlarımız aynı zamanda nasıl sonsuz da olabiliyor? Sonsuzluğumuzu en az sonumuz kadar benimsemek, bizlere ne katabilir? 

Çok güzel ve bir o kadar da felsefi bir soru. Yine kısa bir cevap toparlayabilecek miyim bakalım. Bahsettiğiniz nosyonlar daha ziyade Kierkegaard’cı bir çerçeveden gelmektedir. İnsanın sonluluğu ve sonsuzluğu insan olmanın farklı boyutlarının nitelikleridir. İnsan zamansal olarak sonlu iken, ihtimaller açısında sonsuz veya en azından kendi aklının hayalinin alamayacağı kadar uçsuz bucaksızdır. Geriye kalan yaşayacak günlerimiz, aylarımız ve yıllarımız sınırlıyken; o günleri, ayları ve yılları nasıl yaşayacağımıza dair sonsuz ihtimalimiz var. 

Siz hangi pratikler, rutinler ile varoluşçu felsefenin öğretilerini yaşamınıza dahil ediyorsunuz? 

Rutinleri seviyorum. Hayatımın bir kısmı sabit bir çerçevede ilerlediğinde daha yaratıcı ve huzurlu olduğumu hissediyorum. Bu çerçevede üç pratikten bahsedebilirim. 12 yıldır yoga yapıyorum. 500 saat yoga hocalık eğitimi aldım ve aynı zamanda yoga dersleri veriyorum. Ama en çok kendi pratiğimden besleniyorum. Düzenli koşuyorum. Haftada minimum 30 km’lik bir rutinim var. Son olarak da okumaya devam ediyorum. Doğu’nun felsefi metinleri, varoluşçu metinler. Ama en çok romanlar. Romanlarda insan olmanın bin bir ihtimalinin kapıları aralanıyor gibi geliyor. 




Burcu Erbaş

1997 yılında Antalya’da doğan Burcu, İstanbul Saint Joseph lisesinde eğitim gördü. 2020 yılında Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde lisans eğitimini tamamladı. Erasmus programı ile bir sene boyunca eğitim aldığı Sciences Po Paris’te çevre politikaları, sürdürülebilirlik ve ekoloji üzerine dersler aldı. Öğrendiklerinden çok etkilenen Burcu yaşam tarzını çevreye duyarlı olacak şekilde...



BLOOM SHOP