İletişim teknolojisinin dünya tarihindeki zirvesinde seyrettiği çağımızda, günlük ilişkilerdeki iletişimimizin son derece kısıtlı olduğu ironik bir gerçek. Sadece romantik ilişkilerimiz değil; eş, dost, akraba, arkadaş ilişkilerimiz de gün geçtikçe zayıflıyor. Birbirimizden kolay vazgeçiyoruz. Tahammülsüzüz. Ufak tefek hataları affetmiyoruz.
Zaten yarış atı gibi oradan oraya koşturduğumuz için bir de eş-dost kaprisiyle uğraşacak vaktimiz yok. Hoşça vakit geçirmeyi, kakara kukara yaptığımız yüzeysel arkadaşlıkları tercih eder olduk. En yakınlarımızla beraberken, aile içinde bile sabırlı, huzurlu ve özenli ilişkiler içinde, sağlıklı bir iletişim halinde olduğumuzu söyleyemeyiz. Uzun binaların herhangi bir dairesinde, aynı evin içinde yalnız başımıza yaşıyoruz.
Çağımızın vebası; tüketim ve yabancılaşma
Erich Fromm “Sevme Sanatı” adlı kitabında çağımız vebasını çok güzel anlatıyor:
“Modern kapitalizm, kolayca bir arada çalışabilecek, daha fazla tüketmek isteyen, zevkleri standartlaştırılmış, kolay etkilenebilen ve önceden tahmin edilebilen çok sayıda insana ihtiyaç duyar. ….. Bunun sonucu olarak modern insan kendine, diğer insanlara ve doğaya yabancılaşır.
“Bugün insanlar arasındaki ilişkiler önemli ölçüde yabancılaşmış otomatların ilişkileridir.”
İnsanlar mümkün olduğunca sürüye bağlı kalarak, düşünce, duygu ve davranış bakımından farklılık göstermeyerek kendilerini güvenceye alırlar. Herkes birbirine benzemeye çalıştığı halde ayrılık duygusunu aşamadığı için derin bir güvensizlik, korku ve suçluluk duygusu içinde ve yapayalnızdır. Çağımız insanını bu yalnızlığın bilincinde olmaktan alıkoyan sayısız uyuşturma yöntemi vardır.
İş rutini tek başına yeterli olmadığı için insan bu bilinçsizce yaşadığı çaresizliğinden eğlence rutini ile eğlence sanayinin kendisine sunduğu sesleri ve görüntüleri pasif olarak tüketerek kurtulmaya çalışır; bir de sürekli yeni şeyler alıp, kısa süre sonra değiştirmenin yarattığı doyumla.
“Günümüzde mutluluk “eğlence” anlamına geliyor.”
Eğlence, ürünleri, mekanları, yiyecekleri, içecekleri, sigarayı, insanları, konferansları, kitapları, filmleri “edinmekte” ve tüketmekte yatıyor. Hepsi yutuluyor, tüketiliyor. …. Karakterimiz değiş-tokuş ve alma, barter ve tüketim üzerine oturtuluyor. Materyal ve spiritüel, her şey değiş-tokuş ve tüketim objesi haline geliyor. …. Otomatlar sevemez; “kişilik paketlerini” paylaşabilir ve kelepir fiyatına uzlaşmayı umabilirler…. (s.80-81)
Çoğu zaman çocukluğumuza geri dönmek istiyoruz. En yakınlarımızla beraberken dahi hissettiğimiz bu yalnızlık, bizi çocukluğumuzun cennetinin; hiçbir şey yapmadığımız halde karşılıksız sevgi ve bakım gördüğümüz anların özlemine sürüklüyor. (Fromm, Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları s.51)
Bu özlem, aslında kendi öz varlığımıza, Tanrı’ya duyduğumuz özlemle aynı özlem. Öz varlığımızla buluştuğumuz zaman, ancak bu zihin durumuna geldiğimizde, halihazırda koşulsuz bakım ve sevginin içinde olduğumuzu anlıyoruz.
Yoga öğretisi de tıpkı tüm diğer kadim öğretiler gibi, insanın ebedi yalnızlığından kurtulup, aslında hiçbir zaman yalnız olmadığı anlayışına gelebilmesi için kendi doğasına dönmesinin ve gerçek anlamda; zihinsel, bedensel ve ruhsal anlamda tam bir sağlık haline kavuşabilmesinin sistematik adımlarını anlatıyor.