2020’nin hepimize tüm ters köşeleriyle geldiği su götürmez bir gerçek. Pek çok dosyanın açılıp tüm gerçekliğin ayan beyan su yüzüne çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Korkularımız, acılarımız, yaşamımız boyunca var gücümüzle kaçtığımız her şey, geçmişin azılı hayaletleri gibi peşimizde.
2020’den ben de nasibimi aldım.
Yakın zaman önce bana çok acı veren bir dizi olay yaşadım. Her zordan bir ışık fışkırır elbet. Ancak bu seferki çok beklenmedik bir dipti. Bir sınava çok çalışırsınız da en olmayacak yerden soru çıkar ya, onun gibi…
Ve bir ay sürecek bir sessizliğe girdim. Adandığım, sonsuz güvendiğim, her şeyimle teslim olduğum varoluş tarafından kandırıldığımı ve bunun büyük bir haksızlık olduğunu düşünerek Tanrı’ya isyan ettim. O kadar çok ağladım ki bir süre sonra gözlerim yandığı için ağlayamamaya başladım. Hakikati, inancımı, yaşamımı üzerine kurduğum gerçekliği sorguladım. Üzerine bastığım zeminin ayaklarımın altından kaydığını hissettim. Ve Tanrı’yla aramda kıran kırana bir mücadele başladı.
İlginizi çekebilir: Sıkı Sıkıya Tutunduğunuz Her Şeyi Bırakmanın Yolları
Biz, Batı kültüründe acıyı sonuna kadar yaşayıp yasımızı tutmaktansa ondan kaçmaya alıştırıldık.
Duygularımızı uyuşturmaya ve var gücümüzle başka şeylere sarılmaya. Babamız vefat edince işe güce kitlenmek, işten atıldığımızda içkiden medet ummak, duygusal kriz anlarında yemeğe saldırmak gibi. Ben öyle yapmadım. İşlerime asılmadım. Kafamı başka bir şeyle meşgul etmeye çalışmadım. Haftalarca düzensizlik ve tufanın içinde oturdum. Kasırgayı, depremi, karanlığı yaşadım. İnancım, sonsuz güvendiğim içgüdülerim ve yaşamımı adadığım yön tarafından büyük sınandığım için yokluğun, sonsuz yokluğun içinde bomboş durdum. Bir müddet iç sesimi duyamadım. Bu süreçte müzik en iyi dostum oldu.
Kalbiniz sonsuz derecede acırken korteks devreden çıktığı için ilk etapta “Bu olay bana ne anlatmaya çalışıyor?” diyemiyorsunuz.
Duygusal şoklarda, tutulmayan yas yaşamın bütününe yayılır. Geçmiş, üzerinizde dikenli bir palto gibi kalır ve bu dikenli palto, iğnelerini zaman zaman bir yerlerinize batırır. O paltoyu üzerime geçirmemek adına yasa ve sessizliğe büründüm.
Hindistan’da biri öldüğünde, eskiden her şey bırakılır ve on gün sadece yas tutulurmuş. Bu yas, insanın içindeki ölüm zehrini yarına taşımamak için. Benim yaşamımda biri ölmedi. Fakat kalbim, adeta bir ölüm yaşamışçasına acıdı. Sessiz yasım on gün kadar sürdü. On günün sonunda fiziksel olarak çelimsiz ve son derece güçsüzdüm.
“Hayatta hiç yenilmedim.”
Benim babaannem, öğrencilerinin önünde el pençe divan durduğu ve kendisinden hürmetle söz edilen, kendi zamanının gözde dikiş öğretmenlerindendi. Güzelliğin ve şıklığın yokluğunda bir şeylerin eksik olduğuna inanırdı. Size baktığı zaman, omuz genişliğiniz, bacak boyunuz, boynunuzun uzunluğu ve tüm vücut ölçülerinizi göz önünde bulundurarak neyi nasıl ve neyle giymeniz gerektiğini, hangi renklerin size uygun olduğunu hemen söyleyebilirdi. Vefatından birkaç hafta önce onunla yeni nesle aktarmak istedikleri konusunda bir röportaj yapmıştım. Geçmiş doksan altı yılıyla gözlerimin içine bakarak “Hayatta hiç yenilmedim!” demişti.
Bu söz bilinçaltımın derinlerinde yer etti. Bunu söylediği zaman, bu yenilmeme halinin ırsi olduğunu fark etmiştim çünkü. Zehirli Masallar’ı okuyanlar bilirler, defalarca ve yılmadan karanlıklardan aydınlıklara tırmanış yolculuğu…
Bu kez babaannemin sesi kulaklarımda, “Hayatta hiç yenilmedim” sözünü, içine düştüğüm kuyudan çıkmak için halat yaptım ve ona tutunarak, indiğim karanlıktan önce fiziksel anlamda kendimi çıkarmaya başladım. Kendi kendimi motive edecek gücü bulamadığım için haftada üç gün sessizliğimi ziyaret edecek bir spor hocası tuttum.
Atatürk’ün dediği gibi, “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur.” Spora başlamamla birlikte yavaş yavaş kafam da çalışmaya başladı.
İlginizi çekebilir: Sağlıklı Bir Ömür İçin Basit Bir Reçete: Spora Başlamak!
Sonunda “Neler oluyor?” diye sormak aklıma geldi.
Bu sorunun cevabı sorumluluklarıyla, dersleriyle, yüzleşmeleriyle, kısacası vurgunuyla birlikte gelir. B planlarının kraliçesi olarak, bu bir aylık sessizliğin sonunda yine gitmeyi tasarlamıştım. Ülkeyi terk edip bir süreliğine yurt dışına gitmeyi, kuyruğumu orada, kimse görmeden iyileştirmeyi. Paris’te çok sevdiğim bir arkadaşımı arayıp, “Pandemi bitsin, ben geliyorum.” bile dedim.
Aklım başıma gelip de “Neler oluyor?” diye sorduğumda ise hayatımda hep tufanlar yaratarak kaçtığımı, ülkeler, şehirler, evler değiştirerek sevdiklerimi, hem de en sevdiklerimi durmaksızın yokluğumla tehdit ettiğimi fark ettim. Gitmeyi ve en sevdiklerimi bensiz bırakmayı, onlarsız kalarak kendimi cezalandırmayı. Eşyalara bağlanmamakla, üç beş parça valizimle ve her an su buharı olma özelliğimle bugüne kadar hep övündüm. Bunun ‘köklenememek’ değil de, daha çok ‘göçebelik’, ‘çingenelik’, ‘özgür ruhlu olmak’ olduğunu savundum. Aslında ayan beyan kaçışmış. Birlikte oturmak ve yüzleşmek zorunda olduğum acıdan, çözmek zorunda olduğum kendimden, kendi kördüğümümden kaçış.
Kaçmamaya karar verdikten sonra kök salmayı öğrendim.
Meğer hayatımın en başında aşklarıma sığınmış kaçmışım, daha sonra maneviyata ve akabinde evliliğime… Son bir aydır hiçbirinden güç alamayınca, önce kör karanlıkta debelendim ama sonra ayaklarımı yere aslında ne kadar sağlam bastığımı fark ettim. Kendimle arayı yaptım. Hayatımda ilk defa, eşya seçmeye, evimi renove etmeye ve eşyalarıma bağlanmaya karar verdim.
Ve tüm sevdiklerime, aileme, dostlarıma, danışanlarıma, öğrencilerime, sevgililerime “Ben buradayım, istediğin zaman gel” demeye…
İlginizi çekebilir: Köklenme İhtiyacının İşaretleri ve Köklenme Yöntemleri