RÖPORTAJ: ÖYKÜ GÖKLER

Küçüklüğümden beri ileride bir gün mutlaka anne olmayı isteyen ben, 30’lu yaşlarıma doğru asla çocuk yapmak istemediğimi geçerli sayılabilecek maddeler ile sıralamaya başladım. Düşününce çocuğun bakımı oldukça kolay; beslemek, altını değiştirmek ve uyutmak. Bunları her ebeveyn zaten yapabilir. Ama bu kadarla bitmiyor. Gördüğüm kadarıyla şu anki nesil bebeğin fiziksel bakımından çok zihinsel sağlığı; öfke nöbetleri, uyku eğitimleri ile daha çok ilgileniyor. Şu an bizi okuyan doğumu bekleyen, ya da henüz doğurmuş yeni annelerin olduğunu biliyorum. Bu yüzden ebeveynlikle ilgili paylaşımlarını severek takip ettiğim Uzman Klinik Psikolog Elif Can Çelebieser ile yeni annelik döneminde karşılaşabileceğimiz önemli konuları konuştuk.


Sence bir önceki nesil ile karşılaştırdığında, günümüzde ebeveyn olmak neden bu kadar zorlaştı? 

Çok değil, bundan 20-30 yıl kadar önce çocuklar duygu dünyaları üzerine çok da kafa yorulmayan, kendi başına büyüyen varlıklardı. Günümüzde ebeveynlik, daha dünyaya gelmeden hangi okullara gideceği, hangi yabancı dilleri öğreneceği belirlenen adeta küçük bir şirket yönetiliyormuş gibi her etabın planlandığı bir müesseseye dönüştü.

Her zaman olduğu gibi süreç yönetimi; tüm detayların ve ihtimallerin düşünülmesi, görünmeyen emeğin en çok olduğu alanlar, ek bir sorumluluk olarak annelerin üzerine kaldı. Babalar için de durumun farklı olduğunu sanmıyorum, onlar da yıllar içinde kendi gördükleri babalıktan çok farklı bir rol buldular karşılarında. Ama toplam yüke bakıldığında annelerin taşıdıklarıyla boy ölçüşemez. 

Günümüz ebeveynliğinin hayatımıza getirdiği yepyeni roller ve kavramlara hem psikoloji araştırmaları perspektifinden hem de deneyimin içinden bir bakalım istersen. 2013 yılından beri alanda psikolog olarak çalışıyorum ve ebeveynlik becerilerine dair kaygının da gittikçe arttığını görüyorum. 

Ebeveynlerle ilk görüşmede gelişimsel tarihçe dediğimiz bir bölüm vardır. Bu bölümde, doğum öncesinden günümüze uzanır ve tüm gelişimsel dönemlere detaylıca bakarız. Doğum bölümüne ait sorularda, sezaryen doğum yapan kadınların bunu daha çekinerek söylediğini fark ediyorum. Son yıllarda, ciddi oranda doğal doğuma yönelim var. Bu bebeğin ve annenin bağlanması, doğum sürecinin bebeğin inisiyatifinde başlaması, annenin pasif değil aktif konumda sürece dahil olması sebebiyle elbette çok olumlu bir gelişme, ancak diğer tarafta sezaryen doğum yapmayı seçen ya da medikal olarak zorunlu olan kadınların bunu kendilerine ve anneliklerine dair bir çeşit kusurluluk, eksiklik gibi algıladıklarını gözlemliyorum. 

Emzirirken anne-bebek arasında bağ oluştuğunu biliyorum. Fakat anne sütü veremeyen anneler ve bebekleri arasında bu bağ aynı şekilde kurulamaz mı?

Önemli konulardan biri de sanırım emzirme süreci. Bazen emzirmemek bir tercih olabilirken, bazen de mecburiyetten kaynaklanabiliyor. Bir de, bebeğini emzire(bile)n ve bebeği gayet sağlıklı olmasına rağmen çevrenin kilo beklentilerine uymadığı için “Sütün yetmiyor mu, kalitesiz mi?” gibi sorulara maruz kalan anneler var. 

Bilimsel verilere göre bebeklerin ilk aylarda görüş mesafeleri yaklaşık olarak emzirme pozisyonunda anne ile bebeğin göz teması kurabildikleri aralık kadar. Ancak 6 ay civarı ve sonrasında bu mesafe bir yetişkinin görüş mesafesine yaklaşıyor. Üstelik, bu dönemde beyin gelişimi için en önemli şey bir bakım verenin varlığı ve şefkatli, istikrarlı bir şekilde bebeğe dokunulması, göz teması kurulması. Bebeklerin de sık sık beslenmeye ihtiyacı olduğu düşünülürse, emzirme aslında bebekle birebir bağ kurabilmek için muhteşem bir fırsat. Öte yandan, emziremeyen, emzirmeyi tercih etmeyen ya da annesi olmayan bebekler için bu fırsat tamamen kaçmış sayılmaz. Çünkü emzirme pozisyonunda şefkatli ses tonunuz, dokunuşunuz ve göz temasınızla bebeğinizi biberonla beslemek de benzer bir işlev görüyor. Özetle, bebeğinizi besleme yönteminizden bağımsız olarak o anların duygusal olarak nasıl yaşandığı çok daha belirleyici. Ayrıca, tüm doktorların hemfikir olduğu bir şey var ki o da “kalitesiz” süt diye bir olgunun olmadığı. Tabii, yine de emzirmek istiyor ve emziremiyorsanız bir emzirme danışmanından destek almakta fayda var.

Bildiğim kadarıyla “Annelik Hüznü/Baby Blues” olarak adlandırılan fenomen çok olağan bir durum. Sen doğum sonrası depresyonla ilgili neler söylemek istersin? 

Postpartum depresyon çok önemli bir konu. Kadınların yüzde 3-6’sı hamilelikte ya da doğumu takip eden aylarda majör depresyon geçiriyor. Bu orana ek olarak, klinik tanı almamış olan ya da majör depresyon kriterlerini tam olarak karşılamayan, ama hüzünlü ve huzursuz hisseden annelerin de varlığını unutmamak gerek. 

“Baby Blues” denen hüzünlü hissetme hali yaygın olmasına rağmen klinik tanı kapsamında olmadığı için araştırmalara yansımıyor bile. Kültürel olarak anneliğin kutsal ve toz pembe olarak lanse edildiğini düşünürsek, muhtemelen bunu yaşayan kadınlar hislerinde ve kendilerinde bir tuhaflık olduğunu deneyimlese dahi, bu konuda yardım istemekte zorlanıyor olabilir. Eğer kendiniz ya da çevrenizde bir anne bu şekilde hissediyorsa, bunun da hayatındaki değişimlere verilebilecek normal cevaplardan biri olduğunu, ihtiyaç halinde bir uzman desteği almanın gerekli ve doğal olduğunu mutlaka söylemeliyiz. 

Anneliğin hep iyilikle, “melek” gibi insan üstü özelliklerle bağdaştırılması ciddi bir baskı yaratıyor diye düşünüyorum. Özellikle, ilk aylarda anne-bebek ilişkisi çok iç içe geçilen adeta annelikten başka bir rolde var olma hakkı yokmuş gibi hissedilen bir alan.

Görüşmelerde, zaman zaman annelerden şunları duyuyorum: “Ağlamasına katlanamıyorum.” ya da “Bazen keşke çocuksuz hayatıma geri dönebilsem diyorum.” Bunlar maalesef ancak kapalı kapılar ardında, yargılanmayacaklarını bildikleri bir yerde, odadan çıkınca tamamen unutulmak üzere kurulan cümleler oluyor. Daha yüksek sesle söylenebilse, kalabalıklar içinde rahatça konuşulabilse eminim pek çok kadın kendini daha az yargılarken ve daha huzurlu bulacak. Bu kadar zorlu bir iş yaparken, özellikle yeterince desteklenmiyorsanız, bunları hissetmek o kadar doğal ki. Daha çok kadın, bu konuları açık açık konuşmaya, çocuktan sonra hayatın toz pembe olmadığını, bazen aynada kendilerini bile tanımakta zorlandıklarını anlatsa eminim hepimiz için büyük bir özgürleşme olurdu.

Bebek doğduktan sonra herkesin çocuğunuza dair fikir beyan etme çabası var. Sence bu durum yeni anneleri bunalıma sokan, yetersiz hissettirebilen bir durum mu? Bu karmaşada yeni anneler sağlıklı desteği nasıl bulabilirler? 

Görüşmelerde mutlaka doğum sonrası destek veren kişileri, verdikleri desteğin kalitesini, nasıl hissettirdiğini sorarız. Genel gözlemim, toplumda açıkça görünmeyen annelerin yetersizlik hisleri ve korkularından beslenen bir hiyerarşik düzen olduğu. Bu hiyerarşinin ilk basamağını yeni anneler oluştururken, ikinci basamak çocuğu daha büyük olan anneler ile birden çok çocuğu olanlar oluşturuyor, üçüncü basamakta ise torun sahibi olanlar yerlerini alıyorlar. 

Kendi içlerinde şöyle alt grupları da olabiliyor; korku pompalayanlar, sürekli kendi ebeveynliğini övenler, duygularınızdan utanıp, bastırmanıza sebep olanlar. Maalesef bu konuda örnekler o kadar çok ki, toplum olarak başkasının bir acısıyla, zorluğuyla karşılaştığımızda onu yok saymaya, bastırmaya, ötekileştirerek kendimizden uzaklaştırmaya odaklanıyoruz. Böyle şeyler duyduğumuzda bunların yaşadığımız durumla ya da bizimle değil de o insanların durumla başa çıkma mekanizmalarıyla ilgili olduğunu kendimize hatırlatmak gerekiyor diye düşünüyorum. 

Bir noktada kendinizi, çocuğunuzla ilgili karar verirken fazlaca düşünürken buluyorsanız, iç sesinize güvenmekte zorlanıyor ve çocuğunuzun sinyallerine odaklanmaktan uzaklaşıyorsanız, muhtemelen bu hiyerarşik düzenin bir parçası oldunuz. Derin bir nefes alıp, “Şu an benim ve bebeğin gerçek ihtiyacı ne? Şu anda sevdiğim bir arkadaşım aynı durumda olsa ona ne derdim?” sorularını sormak böyle anlarda hayat kurtarıcı olabilir. Tabii ki, bu tavsiyeleri dinlemeyin demek değil ama bir süzgeçten geçirip işe yarayanları ve size iyi gelenleri almak daha iyi olabilir.

Bazen de anneler o kadar az destek görüyor ki, verilen desteğin niteliğini sorgulamak sanki nankörlük gibi hissedilebiliyor. Bazense, verilen tavsiyeler de hatalı olabiliyor ve bir şeylerin ters gittiği fark edilse bile korkular ve felaket senaryoları sebebiyle aktif bir şekilde sınır konulamayabiliyor.

Bebeğin psikolojik durumunu olumsuz etkileyen ve çok sık duyduğun yanlış verilen tavsiyeler de var mı? 

En sık karşılaştığım mit “Kucağa alışmasın!” Bu bebeğin psikolojisi açısından öyle sorunlu bir cümle ki! Bebekler, yetişkinler gibi strese toleranslı gelişmiş bir beyinle doğmazlar. Özellikle, ilk yıllarda sözel ifade ve anlamlandırma görece azdır ve beynin sağ lobu daha aktiftir, haliyle stres durumunda tek yapabilecekleri ağlamaktır. Üstelik araştırmalar, ilk 6 ay ağlamalarına hızlı ve istikrarlı bir şekilde cevap verilen bebeklerin daha sonra daha az ve kısa süreli ağladığını gösteriyor.

Bu ne demek? 

İlk aylarda, stresli anlarda ağlamasına cevap verildiğinde bebekler böyle anlarda birilerinin geleceğine güvendiği için daha az alarm verme ihtiyacı duyuyor. İleride de daha kolay yatışan, duygu fırtınaları içinde daha az kaybolan, gerektiğinde destek isteyebilen çocuklar olma yolunda büyük bir adım atılmış oluyor. Tabii sadece stresli anlarda değil, günlük hayatımızda şefkatli dokunuşlar ve kucaklanma hepimiz için beynimizin güvendeyken ve keşfetmeye, sosyalleşmeye hazır hissederken kullandığı modu aktive ediyor. 

Uyku eğitimi, danışmanlığı ülkemizde çok yaygın. Böyle bir uyku eğitimi vermek isteyen anneler neye dikkat etmeli? 

Uyku eğitimleri konusunda hem pek çok annenin kafası karışık hem de alanda epey yanlış bilgi dolaşıyor. Uyku eğitimleri, çok kaba bir şekilde ikiye ayrılıyor; ilki klasik model. Bu bebeğin yatakta uyumaya bırakıldığı, ağlasa da desteklenmediği ve bu şekilde birkaç gecede kendi başına uyuduğu eğitim. Bu tip, 1950’lerde Amerika’da yaygın şekilde kullanıldı, neyse ki çok geçmeden çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri anlaşıldı. Dünyada artık yeni yöntemler daha revaçta fakat bu yöntem ülkemizde hala yaygın. 

Sizce bebeğinizde bu denli rahatsızlık yaratan bir şeyin gerçekten iyi olma ihtimali var mı? Bu soru hem ebeveynlik hem de hayat yolunda pusulamız olabilecek sorulardan biri.

Olaya bir de şu açıdan bakalım, evrimsel olarak bebeklerin ağlamasının türümüzün devamlılığı için çok önemli bir rolü var. Bebekler, doğduklarında çok savunmasızdır ve bir bakım veren olmadan yaşamlarını sürdüremezler. Doğayı düşünürseniz en uzun süre bakıma muhtaç olan türlerden biriyiz. O yüzden ağlama sesleri hepimizin içine dokunan hatta zaman zaman rahatsız hissettiren ve harekete geçme dürtüsü uyandıran bir frekanstadır. Bebekler, bakım verenin ihtiyaçlarını karşılaması için içgüdüsel olarak ağlarlar ama bir müddet sonra cevap gelmezse çevrede yırtıcılar, tehlikeli türler de olabileceği için yine içgüdüsel olarak susarlar. Bu susma hali aslında “Kimse gelmeyecek, alarmı kapat, dış dünya tehlikeli!” demektir. Bebek bu sebeple susar ve sistem kendini kapatır. Herhangi biri size, bu yaklaşımın hiçbir zararı olmadığını, aksine düzenli uykunun hem bebek hem de ebeveynler için faydalı olduğunu söylüyorsa lütfen bir literatür araştırması yapmasını ve söylediklerini güvenilir ve bilimsel kaynaklar ile kanıtlamasını isteyin.

Bir diğer uyku eğitim tipi bağlanma odaklı yaklaşımlar. Bunlar bebeğin ihtiyaçlarının gözetildiği hem sağlıklı bir uyku rutini oluşturulan hem de ağlama anlarında bebeği doğru şekilde destekleyen yaklaşımlar. Böyle bir destek alınacaksa, uzmanla mutlaka hangi yaklaşımı desteklediği önceden konuşulmalı, süreçte içinize sinmeyen, size ve bebeğinize iyi gelmeyen şeyler yaşanıyorsa bunlar da mutlaka dile getirilmeli. 

Bebek doğduktan sonra ortaya çıkan başla bir problem de çok kısa bir süre sonra çalışma hayatına geri dönecek annelerin bebeğini başka birine bırakmak zorunda kalmasında yatıyor. Bebeğe anne dışında birinin bakıyor olmasını “güvenli bağlanma” başlığı altında nasıl değerlendirirsin? 

Bu konuda çok soru alıyoruz, bazen anneler beklenenden önce işe dönmek istedikleri için suçlu hissediyor, bazıları ise daha geç dönmek istediğini ama çalışması gerektiğini söylüyor. Burada mutlak doğru yok. Bebekler, bakım verenlerinin hepsiyle ayrı bağlanma örüntüleri geliştirebilir. Önemli olan, bebeğin ihtiyaçlarını şefkatli ve istikrarlı şekilde karşılayan sabit bir bakım veren olması. 

Tabii ki, bazı risk faktörlerine de dikkat etmek gerekiyor. Örneğin; 12 aydan önce, özellikle bebek sayısına oranla az bakım verenin çalıştığı, kalabalık kurumlara uzun saatler bırakılan bebeklerin, güvenli bağlanma oranlarının ev bakımındaki bebeklere göre daha düşük olduğunu gösteren çalışmalar var. Burada önemli olan, risk faktörlerini doğru şekilde anlamak ve koruyucu faktörlerle dengeleyebilmek. Zaten bu çalışmanın yer aldığı kitapta da 12 aydan küçük bebeği olan ebeveynlerin, yani her iki ebeveynin de, çalışma sürelerinin kısaltılması, bakım evlerinin koşullarının iyileştirilmesi gibi daha sisteme yönelik öneriler verilmiş. Türkiye’de aileler genelde 12 aydan önce bu tarz kurumları mecbur kalmadıkça tercih etmiyorlar, kaldı ki tercih etmek zorunda kalanlar da asla umutsuzluğa kapılmasın çünkü telafi her zaman mümkün.

Öte yandan, ülkemizde ev bakımındaki çocuklarda da sık bakıcı değişimi, bir ay anneanne bir ay babaanne ile kalma gibi tam bebek alışmışken yapılan bakım veren değişimlerini görebiliyoruz. Bunlar da benzer şekilde bebeklik döneminde olduğunda, güvenli bağlanmanın önündeki risk faktörleri olabiliyor. 

Bir de bazen çok erken işe dönme kararı bir kaçış olabiliyor, öyle durumlar için psikolojik destek almak ve kaçma halinin ardına bakmak kendinizi tanımak için de çok kıymetli. Çünkü bir bebek sahibi olmaya ve anneliğe dair canlanan o atıflar her neyse, bir ömür boyu farklı temalarla karşınıza çıkabilir.  

Öte yandan, “7/24 bebeğimle olmam gerek yoksa güvenli bağlanamayız.” gibi inanışlar da bilimsel temelli değil. Araştırmalar, güvenli bağlanma için yeterince iyi ebeveynlik yapmanın yeterli olduğu söyleniyor. Bu ne demek? 

Bebekle bağlantıda kalmak ve hem fiziksel hem de duygusal ihtiyaçlarını mümkün olduğunca hızlı, şefkatle ve istikrarla karşılamak. Öte yandan, bebeğin yanında bulunmak, onunla uyumlandığınız anlamına gelmiyor. O yüzden aklınız işteyse, çalışma hayatı sizi besleyen bir alansa ve özlem duyuyorsanız işe dönmek belki de güvenli bağlanma için çok daha olumlu olacaktır. O yüzden, bu tarz soruları her ailenin ihtiyaç ve imkanları dahilinde inceleyerek, bilimsel araştırmalar ışığında ele almak gerekiyor.



Öykü Gökler

1988 yılında Ankara'da doğdu. 2011 yılında lisans eğitimini ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde tamamladıktan sonra kendi tasarımlarını üreten bir ayakkabı atölyesinde, kendi koleksiyonunu oluşturarak ayakkabı tasarlamaya başladı. Aynı zamanda çocuk hikayeleri kitabı çıkarmak üzere editörlük eğitimi almakta. Yoga, pilates, fotoğraf çekmek ve müzik dinlemek en keyif aldığı aktiviteler...



BLOOM SHOP