Bu yazıda “aşk” sözcüğünü iki kişi arasındaki güçlü bir çekim olarak değil de, farklı bir boyutta ele alarak inceleyeceğim. Bir varoluş biçimi olarak. Bir çamur gibi, en mükemmel şekli verircesine bütünlüğümüze yoğrularak kavuştuğumuz aşk olarak.
Kübra Saatçioğlu, “Ayahuasca Yolculuğu” adlı kitabında insanoğlunun çocukluk yıllarında kayıttayken, belli bir yaştan sonra tekrar tuşuna basılı kaldığımızdan ve böylece belli bir yaştan itibaren kendi algı hapishanemizde yaşadığımızdan bahsediyor. Bu benzetme çok hoşuma gitti.
Aklın hükümdarlığı
Beyni bir iletişim ağı olarak düşünün. Bu iletişim nöronlar yoluyla sağlanıyor. Beyinde 100 milyon nöron mevcut. Her bir nöron 10.000 diğer nöronla bağlantı halinde. Biz yedi yaşına gelene kadar bu nöronlar birbirine beşik kertmesi misali bağlanıyor. Daha biz küçükken herhangi bir olay olduğu zaman, bir nöron ötekine haber iletiyor ve olayın iyi-kötü ya da normal hissettirdiğine dair hakem heyeti kararıyla bir sonuca varılıyor. Bu çıkarımları oluşturmasında ailesinin, toplumunun ve kültürünün yeri çok büyük.
İnsan, dokuz yaşından sonra bu çıkarımlarla hareket etmeye başlıyor. Otomatik pilotta. O zamandan sonra da yavaş yavaş varoluş hakkında birçok şeyi bildiğini zannederek yeni bilgiye olan merakını yitiriyor. Kendine öğretilen gerçeklik doğrultusunda egosuna en zarar vermeyecek formülleri yaratarak kendince bir hayat yolu izliyor.
Bu denklemde, şanslı olanlar kendini bilgi bulamacına sokarak ego şişiriyor, geri kalan kısım ise “sahip oldukları”nı birbirlerine göstererek kimlik buluyorlar. Böylece çağımız insanı kendine, ona öğretilenlerin hükümdarlığında yarattığı ufacık alana hapsolarak hayatını susuz bir araziye bırakılmış bir bitki gibi harcıyor.
Dönüşmek, değişmek ve özellikle de karanlıklarıyla yüzleşmek onu ölüm kadar korkutuyor. O da tüm yılgınlığıyla, korkularının etrafından dolaşarak, steril bir hayat kuruyor kendine.
Akılla sevginin birleştiği yer
Eski Yunan’da felsefe, insanları dönüştürücü bir niteliğe sahipti. Filozofi; yani “philosophia” bilgeliğe olan aşk anlamına geliyordu. Günümüzde ise zihinsel bir jimnastikten öteye gidemiyor. Sevgi olmadan teorilerle boğuşmak çağımızın olayı. İşin içine az sevgi katılsa akıldan çalınacak sanki. Öylesine ciddi.
Aşk, varoluşun çekirdeğine ulaşmakta tek yol iken salt akıl insanı katı ve suratsız yapıyor. Gerçek kimliğinden uzaklaştırarak onu yüzlerce yeni kimlik edinmeye, sonra da o kimliklerin içine sığmaya zorluyor. Akılla sevginin birleştiği yerden ise en yetkin biçimiyle aşkın tanımı doğuyor: İlahi Aşk.
Böyle bir aşkın tanımı, insanı bütün o kimlikleri yakarak olduğunu sandığı şeyden gerçekte olduğu şeye evriltiriyor. Aşktan, sevgiden, şefkat ve merhametten yoksunluk çağımızın doğal afeti. Ruhsal ve duygusal bir varlık olan insan, sevgisiz platformlarda her konuyu aklıyla çözmeye çalıştığında çıkmaza, buhrana ve bunalıma giriyor.
Onun için Sharon Salzberg’in Real Love (“Gerçek Sevgi”) adlı kitabında okuduğum, Jason Garner’a ait şu satırları dikkate almakta yarar var:
“Zaman zaman tüm insanları sevmekten bahsetmek yüzeysel, saf, hatta belki aptalca görünebilir. Savaşlara, terörist saldırılara, ırk, din ve cinsiyet gibi nedenlerle ortaya çıkan cinayetlere, – birbirimize verdiğimiz o kadar acıya – şahit olduktan sonra nasıl herkesi sevebiliriz ki? Ama aslında, tam olarak da bu sebepten bunu yapmalıyız. Dünyamızda gördüğümüz tüm terörlerden daha cesur bir sevgiyi uygulamaya koymalı; sevgimizde o kadar gözü pek olmalıyız ki; nefret kazanmasın. Çünkü dünyada nefretin kazanmasından daha aptalca bir şey olamaz.”