YAZAN: MİRAY AKIN

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, insanlığın çevre ile olan ilişkisiyle doğrudan bir bağlantı içerisinde olduğunu varsayan ekofeminizm, iklim krizi ile mücadele etmek için kadının güçlenmesinin şart olduğunu belirtiyor. Cinsiyet ve iklim krizinin kesişim noktası olan ekofeminizm tüm yönleriyle inceledik!


Ekofeminizm, kadınların güçlenmesinin adil sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmayı kolaylaştırabileceğini ve çevreye verilen zararın böylelikle azaltılabileceğini varsayıyor. Bu çerçevede ise hem feminist hem de çevreci hareketlerin argümanlarının yeniden değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. İki anlayışın da ayrı ayrı incelendiğinde tek bir tarafa orantısız bir değer verdiğini söyleyen ekofeminizm, cinsiyetin ve doğanın birbirinden bağımsız değerlendirilmemesi gerektiğini söylüyor.

Ekofeminizm nasıl doğdu?

Akademik çevrelerde ilk başta feminist hareketin bir dalı olarak görülen ekofeminizm terim olarak artan iklim değişikliği farkındalığı ile birlikte 1974 yılında Fransız feminist Françoise d’Eaubonne tarafından literatüre dahil ediliyor. d’Euabonne’a göre ataerkil egemen sistemin bir sonucu olarak özellikle kadınlar, beyaz olmayanlar ve yoksullar çevrenin tahrip edilmesinden daha fazla etkileniyor.

Baskın gruplar tarafından marjinalleştirilen kişi ve toplulukların güçlenmesinin gezegenin sağlığının iyileştirilmesi ile bir bağ içerisinde olduğunu varsayan bu anlayışa göre, daha bilinçli ve şefkatli tercihler yapmak, daha adil ve yeşil bir geleceğe doğru pozitif bir adım atmak için oldukça önemli.

Kadınlar çevresel sorunlardan daha fazla etkileniyor.

Kadınların çevresel sorunlardan erkeklere nazaran daha fazla etkilendiğine dikkat çeken bu görüşe göre dünya çapında kadınların daha az maddi servete sahip olmasının onların doğaya fazla güvenmelerine ve iklim değişikliklerinden daha fazla etkilenmelerine neden oluyor.

Birleşmiş Milletler’in (BM) Kadın, Cinsiyet Eşitliği ve İklim Değişikliği üzerine hazırladığı rapor da bu düşünceyi destekler nitelikte. İklim değişikliğinin kısa vadede hissedilen heyelan, sel ve kasırga gibi doğal afetlerin meydana gelmesinin yanı sıra biyoçeşitlilik, insan sağlığı, yerleşim yerleri, enerji, sanayi ve göç üzerinde de uzun vadeli etkileri olduğu raporda belirtiliyor.

Bu bağlamda kadınların iklim değişikliğinin etkilerine karşı erkeklerden daha savunmasız olduğunu dile getiren rapor, gelişmekte olan ülkelerin kırsal alanlarında yaşayan çoğu kişinin geçimlerinin iklim değişikliği tarafından tehdit edilen doğal kaynaklara bağlı olduğunu gözler önüne seriyor.

Kadın çiftçilerin gelişmekte olan ülkelerde tüm gıda üretiminin yüzde 45 ile 80’inden sorumlu olduğunu belirten çalışma, bu ülkelerdeki kadınların yaklaşık üçte ikisi ve birçok Afrika ülkesindeki kadınların yüzde 90’ından fazlasının tarımsal işlerde çalıştığına vurgu yapıyor.

Bu kadınların ise iklim değişikliği ile birlikte gelir kaynakları ciddi bir tehlike altına giriyor. Bu nedenle, iklim değişikliğinin neden olduğu çevresel ve insani krizlere yanıt vermek için toplumsal cinsiyete duyarlı stratejilerin belirlenmesinin önemli olduğu vurgulanıyor.

Ekofeminizmin dört temel ilkesi

Vejetaryen ekofeminizm, spiritüel ekofeminizm ve materyalist ekofeminizm gibi birçok alt dalı olan ekofeminizmin temelinde erkek egemenliğinin doğa ve kültür arasında bir kopukluk yarattığı düşüncesi yatıyor. Bu düşünce ile birlikte ekofeminizm dört temel ilke üzerinden şekilleniyor.

1. “Marjinal” gruplara ve doğaya verilen zarar sebeplerle birbirine bağlıdır.

Bu anlayışa göre, erillerin daha değerli olduğu düşüncesi ile şekillen ataerkil egemenlik, doğanın zarar görmesine ve “marjinal” olarak adlandırılan grupların ortaya çıkmasına neden oluyor. Kapitalizm ise üretime değer verip doğa dahil kadınsı olarak kabul edilen birçok unsura değer vermediği için bu baskıyı daha da ileri taşıyor.

2. Egemenlik kültürü “özen etiği” ile değiştirilmelidir.

Ekofeminizm, kararların adil bir şekilde alındığı bir dünya düzenine çağrıda bulunuyor. Ekofeminist bilim insanı Heidi Hutner, ise “Dünyayı zehirlediğimizde zehirleniriz ve her şey, en fazla güce sahip olanın, herkese hükmetme, kontrol etme ve sömürme hakkına sahip olduğu bu ataerkil tahakküm tarihinden gelir.” diyor.

Ekofeminizmin amacı ise eril baskınlığın ve sömürü sisteminin yerini özen etiğine bırakması. Böylelikle başkalarına ve çevreye karşı daha özenli bir tutumun gelişebileceğine inanılıyor.

3. Her türlü baskı kabul edilemez ve bu baskılar birbirleri ile bağlantılıdır.

Çevrecilik anlayışının kapsayıcı olması için tüm insanları dikkate alması gerektiğini vurgulayan bu görüşe göre kadınlar, beyaz olmayanlar ve LGBTQ+ topluluğu belirli ve birbiriyle örtüşen sorunlarla karşı karşıya. İklim değişikliği ise tüm bu sorunların daha da yoğun ve tehlikeli bir hal almasına neden oluyor.

Çevre hareketinin giderek daha da beyazlaştığını belirten Hutner, 2000 yılından 2012’ye kadar New York’ta sıcaklıklara bağlı ölümlerin neredeyse yarısını siyahilerin oluşturduğunu belirtiyor. Siyahilerin beyazlardan yüzde 38 daha fazla kirli hava soluduğunu da sözlerine ekleyen Hutner, iş birliğinin son derece önemli olduğunu vurguluyor.

4. Bu bağlantıları anlamak için adil bir değişim gereklidir.

Ekofeminizmin dördüncü temel ilkesi çevre için adil bir değişimin gerekli olduğunu vurguluyor. Geleceğe yönelik daha olumlu sonuçların doğması için de “marjinal” grupların toplum tarafından yok sayılmasının veya baskılanmasının altındaki nedenin bu davranışların ataerkil egemen anlayış ile bir bağ içerisinde olmasından kaynaklandığını belirtiyor.

Kadınların güçlenmesinde ekofeminizim nasıl bir rol oynuyor?

Ekofeminizme göre çevre ve cinsiyet arasındaki ilişkinin iyi anlaşılması gerekiyor. Birine dair sorunların çözülmesinin diğerinin üzerinde etkili ve iyileştirici bir güce sahip olacağını da belirten bu anlayış, dolayısıyla kadın güçlenmesinin doğanın iyileşmesi adına bir katalizör görevi üstleneceğinin üzerinde duruyor.

Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nin Richmond şehrinde yapılan bir araştırma, ırkçı konut politikaları sebebiyle beyazların yaşadığı mahallelerdeki yaşam standartlarının beyaz olmayanların yaşadığı mahallere göre çok daha yüksek olduğunu gösteriyor.

Beyaz olmayanların yaşadığı mahallelerin beyazların yaşadığı yerleşim yerlerine göre 8°C’ye kadar daha sıcak olmasının ise özellikle çocuk sağlığını ciddi şekilde etkilediği araştırma ile ortaya çıkıyor. Ekofeministler ise kentlerdeki yeşil alanların artmasının ve daha geniş bir ağaç örtüsünün oluşturulmasının önemli olduğunun altını çiziyor.

Irkçı politikaların yanı sıra nüfus da ekofeministlere göre dikkat edilmesi gereken bir unsur. Bunun sebebi nüfus arttığında daha fazla gıda ve enerji tüketilmesi ve aynı zamanda daha yüksek bireysel karbon ayak izinin oluşturulması. İklim değişikliği çözümlerinin nüfusa bağlı olduğunu belirten ekofeministler ise özellikle gelişmekte olan ülkelerde fazla nüfus artışının önüne geçmek için kadınların sosyal girişimler yoluyla güçlendirilmesi gerektiğini belirtiyor.

Dünya çapında yapılan birçok araştırma da eğitim seviyesi yüksek olan kadınların daha az çocuk sahibi olma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Ancak Birleşmiş Milletler, kadınların dünyanın okuma yazma bilmeyen nüfusunun 2/3’sini oluşturduğunu ve kırsal kesimdeki kız çocuklarının yalnızca yüzde 39’unun ortaöğretime devam ettiğini raporluyor. Okuryazarlık oranının ve eğitim seviyelerinin artması ise sadece nüfus açısından değil kadınların iş fırsatlarının da artmasına neden oluyor.

Gelirini tarım ve hayvancılıktan elde eden kadınların ise kültürel ve ekonomik bazı kısıtlamalar sebebiyle erkeklerle aynı miktardaki topraktan daha az verim alma eğilimde olması düşük üretkenliğe neden olabiliyor. Kadın çiftçilerin erkeklerle aynı hak ve özgürlüklere sahip olması ise küresel mahsul veriminin yüzde 30 artmasını, üretimin daha verimli hale gelmesini ve çevresel kaybın azalmasını sağlıyor.

Kadınlar çevre politikaları üretmede daha aktif bir rol oynamalı.

Kadınları sadece ekonomik ve sosyal anlamda güçlendirmek yerine seslerini her düzeyde duyurmaları ve çevre politikaları oluşturmada aktif rol oynamaları gerektiğini belirten ekofeminizm, karar verici rollerde bulunan kadınların doğal kaynakları korumaya yönelik eğimleri sebebiyle yerel ve küresel çevre politikaları geliştirmelerinin elzem olduğunu vurguluyor.

Dünya çapında çevre sektöründeki üst düzey yönetimde ya da bakanlık pozisyonlarındaki kadın varlığı ise ne yazık ki yüzde 12 olarak raporlanıyor. Ancak 2005 yılında yapılan bir araştırma kadın oranın daha yüksek olduğu hükümetlerde, uluslararası çevre anlaşmalarını onaylama olasılığının daha yüksek olduğunu gösteriyor.

Kadınlar daha yüksek bir çevre bilincine sahip.

2021 yılında 66 ülkeden 367 katılımcı ile yapılan ve çevre aktivistlerinin demografisini analiz eden bir anket araştırmaya katılan 65 yaş üstü kişilerin 1/4’ünün kadın, 25 yaşın altındaki aktivistlerin ise 2/3’ünün kadın olduğunu ortaya koyuyor. 2014 yılında Avustralya’da yapılan bir başka çalışma ise kadınların kendilerini tanımlarken çevreci kimliği daha fazla üstlendiğini gösteriyor.

Sadece kendilerini tanımlarken veya çevre konusunda daha aktif girişimlerde bulunurken değil tüketim alışkanlıkları söz konusu olduğunda ekofeminizm kadınların satın aldıkları ürünlerin ekolojik kaygılar taşıyıp taşımadığı ile daha çok ilgilendiğini belirtiyor. Örneğin ABD’de yapılan bir çalışma kadınların tükettikleri ürünler konusunda daha bilinçli seçimler yaptığını ortaya koyuyor. Bu sonuçlar ise kadınların çevre hareketinde daha öncü bir rol üstlendiği ortaya koymak açısından önem taşıyor.



Miray Akın

1994 yılında Ankara'da doğan Miray, lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamladı. Ardından Hacettepe Üniversitesinde Pazarlama üzerine yüksek lisans eğitimi aldı. İnsan ve hayvan haklarına olan ilgisi, onun birçok sivil toplum örgütünde aktif bir şekilde rol almasını sağladı. Kendisini yazı yazarak ifade eden biri olarak sözlerini kaleme dökmeye tutkun...



BLOOM SHOP