RÖPORTAJ: BURCU ERBAŞ

“Kanser tedavisinde ilk ve en önemli adım kansere hiç yakalanmamaktır.” diyor Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Girişimsel Radyoloji ve Meme Radyolojisi bölümü alanlarında öğretim üyesi, Koruyucu Hekimlik ve Fonksiyonel Tıp Derneği başkanı Prof. Dr. Mehmet Mahir Atasoy. Bunu başarmanın yolunu da kanser dahil diğer tüm hastalıklardan koruyan iyi yaşam felsefesinden; sağlıklı beslenmeden, düzenli egzersizden, kaliteli uykudan, stres yönetiminden ve aralıklı oruçtan çiziyor. Kanserin tedavi süreçlerinde ise standart tedavi ile bu tedaviyi destekleyecek diyet ve tamamlayıcı tedavilerin beraber uygulandığı, fonksiyonel tıp yaklaşımını vurguluyor. Röportajımızda kanserin çıkış nedenlerini, çeşitli kanser tedavisi yöntemlerini ve kanser olma riskimizi düşürmek için neler yapmamız gerektiğini konuştuk.


Türkiye’de sırasıyla kadınlarda ve erkeklerde en sık görülen kanser türü nedir? Bu kanser tiplerinin yaygın görülmesinin herhangi bir sebebi var mı? 

En sık görülen kanser çeşidi, cinsiyet ayırt etmeksizin deri kanseridir. Deri kanseri en sık görülen kanser olmakla birlikte, yaşam kayıpları çok düşük olduğundan kanser listelerinde üst sırada her zaman zikredilmemektedir. Ülkemizde deri kanserlerini sırasıyla erkeklerde akciğer, prostat ve kalın bağırsak kanserleri, kadınlarda ise meme, akciğer ve kalın bağırsak kanserleri izlemektedir.

Erkeklerde akciğer kanseri için sigara içilmesi en önemli risk olarak sayılmaktadır. Bu arada son zamanlarda kadınlarda da sigara içiciliği artışı ile akciğer kanseri ikinci sıraya oturmuştur. Kadınlarda meme kanserinin en sık kanserlerden bir olmasının birçok sebebi olmak ile birlikte modern yaşam tarzının ve çevresel faktörlerin etkisini çok fazla önemsiyorum. 

Kansere yakalan kişilerin hayatlarında kişileri bu hastalığa itebilecek ortak bir faktör, bir başka değişle bir predispozan var mı? 

Konu kanser olunca hemen genetik faktörler ve ailesel yatkınlık konularından bahsedilir çünkü suçu genetiğe atıp konudan sıyrılmak herkesi rahatlatır. Ancak bu doğru değil. Meme kanseri üzerinden konuşursak, ailesel olduğu üzerinde en çok durulan kanserlerden birisidir, meme kanseri teşhisi alan hastalarımızın yüzde 85’i bu hastalığı ailesinden almamaktadır. Sayılabilecek birçok risk faktörü mevcuttur.

Örneğin; kadınların ileri sayılabilecek yaşlara kadar doğum yapamaması ve bu süreçte doğum kontrol haplarının kullanımı, doğum sonrasında kısa süre emzirme, hem iş hayatında hem özel hayatta maruz kalınan stresli yaşam, obezite, alkol kullanımı, hareketsiz yaşam, uykusuz geçirilen geceler, vitamin ve mineraller açısından fakir beslenme gibi faktörler meme kanseri sıklığı ile ilişkilidir.

Yaşanılan coğrafyanın kanser çeşitlerine ve hastalığın görülme sıklığı üzerine bir etkisi var mı? 

Elbette, coğrafi bölgelere ve ırklara göre de kanser sıklıklarında ve kanser biyolojisinde farklılıklar olur. Örneğin Amerika’da her yüz bin kişide yıllık 5 yeni mide kanseri izlenirken, Japonya’da mide kanseri sıklığı yüz binde 60’dır.

Ayrıca kanserlerin görülme yaşları da farklılık gösterebilir. Ülkemizde meme kanseri görülme yaşı diğer ülkelere göre daha düşüktür. Örneğin Amerika’da 40 yaşın altında meme kanseri görülme oranı sadece yüzde 5 iken ülkemizde yüzde 20’dir. Yeri gelmişken ifade etmek isterim, yukarıdaki nedenlerden dolayı batı ülkelerindeki tarama başlatma önerileri bazı birlikler tarafından 40 yaş olarak belirlenirken, bazı dernekler/birlikler tarafından 50 yaş olarak belirlenmiştir.

Ülkemizde de meslektaşlarımızın belli dayanaklar ile meme kanseri için 50 yaşına kadar tarama önermediğini görüyorum, kanaatime göre ülkemiz için tarama başlama yaşının mutlaka 40 yaş olarak belirlenmesi gerekiyor.

Kansere sebep olabilecek çevresel etmenler nedir? Bu etmenlere maruz kalma miktarımızı azaltmak için ne gibi adımlar atmalıyız? 

Kansere sebep olacak etmenlerden bahsedecek olursak, ne yazık ki önce sigara ve alkol kullanımından bahsedeceğiz. Daha sonra kötü beslenme alışkanlığı, gıdalardaki değişim ve katkı maddeleri, kimyasal maddelere olan maruziyet ve hava kirliliği gibi etmenleri de sırasıyla sayabiliriz. 

İleri yaş hastalığı olarak bilinen kanserin genç yaşlarda da görülme sıklığı neden giderek artış gösteriyor? 

Yukarda saydığımız etmenlere maruziyetin çok yaygın olması ve küçük yaşlardan itibaren maruziyetin başlaması da erken yaşta kanser ve diğer hastalıkların artış göstermesini açıklıyor.

Kanserden korunmak mümkün mü? Doğal çözümler, kürler kansere karşı savaşta nasıl, ne zaman yer alabilirler? 

Kanser ve diğer hastalıklardan çok büyük bir oranda korunmak mümkün. Öncelikle sağlıklı yaşam alışkanlıkları geliştirmek, kendisine iyi gelen sağlıklı bir beslenme planı oluşturmak çok önemli. Aynı zamanda, hareketi hayatının içine dağınık bir şekilde yerleştirmek. Güzel bir uyku ile salgılanacak melatonin hormonu ve keyif aldığın ve stresini yönetebildiğin bir hayatı yaşıyor olmak kanserden koruyucudur.

En önemli konu kansere hiç yakalanmamaktır. Doğal kürleri ve çözümleri özellikle bu korunma noktasında yani hasta olmadan değerlendirmek gerekiyor. 

İkinci aşama kanseri olabildiğince erken aşamada yakalamak. Çok erken aşamada yakalanan kanserlerin tam bir iyileşme ile tedavisi mümkün olmaktadır. Kanser ciddi aşamaya geldikten sonra standart tedavilerin yanında bilimsel olarak klasik tedavilerin etkisini azaltmayan tam tersine artıran ve aynı zamanda kemoterapiye ve radyoterapiye bağlı gelişen yan etkileri azaltan, doğal tedaviler ile desteklemek mümkün olabiliyor. 

Beslenme ve kanser arasında bir bağ var mı? Kanserden korunmak için hangi besinleri yemeli, hangi besinlerden uzak durmalıyız? 

Kanserojen dediğimiz yani kanser yapma ihtimali olan maddeler bir şekilde beslenmemiz içine girebiliyor. Örneğin içerisindeki kaplamada Bisfenol A bulunan konserve gıdalar ya da pestisit kalıntısı içeren sebze ve meyveler riskli olabiliyor.

Sadece gıdanın kendisinden değil bazen onun pişme şekli nedeniyle bile gıdalar kanserojen maddelerden zengin hale gelebiliyor. Örneğin ciddi derece yanmış etlerde oluşan polisiklik aromatik hidrokarbonlar, heterosiklik aromatik aminler ya da nitrozaminler kanserojendir.

Aralıklı oruç beslenme stili ile kanser arasındaki ilişki nedir? 

Aralıklı oruç çok farklı şekillerde yapılabilmekte en sağlıklı modeli günde iki öğün yemek yenmesi ve akşam öğününden sonra 16 saat boyunca, yani ertesi sabah öğününe kadar hiçbir şey yenmemesi şeklinde olandır. Tipik olarak 10:00 gibi kahvaltı 18:00 gibi akşam yemeği şeklinde düşünebilirsiniz. Sabah ve akşam öğünü arasında da atıştırma yapılmıyor.

Aralıklı orucun çok olumlu metabolik etkileri saptanmıştır: İnsülin ve leptin hormonlarına duyarlılığı artırarak diyabet ve kalp hastalığı gibi kronik hastalıkların önlenmesine yardımcı olur. Trigliserit gibi olumsuz etkiye sahip yağların seviyesini düşürür ve depolanmış yağ dokusunu yakılmasına yardımcı olur.

İnflamasyon ve serbest radikallerin seviyelerini azaltır. Ayrıca aralıklı oruç ile artan otofaji hasarlı hücre bileşenlerin vücuttan temizlenmesi de çok önemlidir. Otofajinin yeterli düzeyde olmasının kanserleşme sürecinde de önemli olduğu düşünülmektedir. Japon bilim insanı Yohsinori Ohsumi, 2016 yılında otofaji mekanizmaları ile ilgili çalışmalarından dolayı Nobel Tıp ödülü kazanmıştır. 

Ayrıca küçük gruplu bilimsel çalışmalarda, kemoterapi almakta olan hastaların, ilaç öncesi ve sonrasında aralıklı oruç tutması ve açlık yapmasının olumlu etkileri gözlenmiş ve ilaca bağlı yan etkilerde azalma izlenmiştir.

Düzenli egzersizin kanserin önlenmesinde, tedavi sürecinin başarılı geçmesinde ve tam iyileşmesinin sağlanmasındaki rolü nedir? 

Egzersiz, kanser tedavilerinin yan etkilerini azaltmaktadır. Ayrıca egzersiz kemoterapi, radyoterapi ve cerrahi sonrası iyileşme sürecine de yardımcı olmaktadır. Meme, prostat, kolon, mide, pankreas, yumurtalık kanseri gibi birçok kanserin egzersiz ile riskinin azaldığını gösteren çalışmalar da mevcuttur.

Korona ile mücadele ettiğimiz şu günlerde kanser hastalarının yaşadıkları zorluklar nedir, nasıl aşılanabilirler?

Ülkemizde henüz o noktada olmasak da dünyada kanser teşhisi almış olmasına rağmen Korona süreci nedeniyle ameliyat olamayan ve kanseri ile birlikte evinde beklemek zorunda kalan insanlar var. Hatta bu kanser hastaları için muayenehane ortamlarında kolayca uygulanabilecek kriyoablasyon, kanseri buz haline getirerek yok eden bir uygulama gibi ameliyatsız, girişimsel onkoloji tedavilerinin uygulanma sıklığında da artış mevcuttur.

Ülkemizde kanser hastalarına şu anda aşılama için öncelik verilmektedir. Aşılama konusunda çok fazla kafa karışıklığı yaşamamak için güvendikleri ya da kendilerini takip eden hekimlerin önerilerini dikkate almalarını öneririm.

Tarama testlerinin ve düzenli check-up’ın kanser erken tanısında önemi nedir?

İlk aşama ve en önemli konu kansere hiç yakalanmamaktır demiştik. Bunun tekrar altını çizelim. İkinci aşama ise kanseri olabildiğince erken aşamada yakalamak. Çok erken aşamada yakalanan kanserlerin tam bir iyileşme ile tedavisi kolaylıkla mümkün olmaktadır. Örneğin çok erken aşamada tespit ettiğimiz bir meme kanserini 1-1.5 cm’den küçük ise koltuk altına yayılmamış bir hastada rahatlıkla klasik tedavilere bile gerek olmadan da tam bir iyileşme sağlayabiliriz.

Ancak son yıllarda artık fonksiyonel tıp bakış açısının da yaygınlaşması ile “Erken tanı yetmez, meme kanseri riskini azaltmalıyız” diyoruz. Meme kanseri riski yüksek olan örneğin meme dokusu çok yoğun ve fibrokistik olan kadınların hormonlarının dengelenmesi ve fazla östrojen yükünden kurtulması için artık yapabileceğimiz çok şey var.

Gün geçtikçe bu konuda bilinçlenen kadınlar meme kanseri olana kadar beklemek yerine riskini yönetmek için neler yapabileceğini öğrenmek için çaba sarf ediyor.

Üçüncü aşamada kanser ilerlemiş ise, standart tedavilerin yanında bilimsel olarak o tedavilerin etkisini azaltmayan tam tersine artıran ve aynı zamanda kemoterapiye ve radyoterapiye bağlı gelişen yan etkileri azaltan doğal tedaviler ile desteklemek mümkün olabiliyor. 

Konvansiyonel ve alternatif tıbbın kanser tedavisinde bir arada kullanılması hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Öncelikle bu tanımları da yerli yerine oturtmak lazım. Batı literatüründe “Conventional Medicine” dendiğinde aslında bizim modern tıp dediğimiz yaklaşımı ifade ediyorlar. Halbuki kelime anlamı olarak konvansiyonel tıp geleneksel tıp anlamına gelir. Bu nedenle Konvansiyonel kelimesi yanlış çağrışımlara neden olabiliyor.

Sonuç olarak literatürde konvansiyonel tıp dendiğinde, bizim ülkemizde kelime anlamının çağrıştırdığının tam aksine modern tıp yaklaşımı kastediliyor. Günümüzde yaygın olarak uygulanan bu modern tıp akımı bazı çevrelerde Ortodoks tıbbı (Statükocu anlamında) olarak da anılmaktadır.

Ben ise modern tıp kelimesi yerine standart tıp yaklaşımı diyorum. Yani modern tıp, standart tıp, ortodoks tıbbı ve konvansiyonel tıp aynı akımı; hastanelerimizde yaygın olarak uygulanan tıp yaklaşımını ifade ediyor. 

Alternatif tıp dediğiniz yaklaşım ise standart tıbbın alternatifi olma iddiasında olan, standart tıp yaklaşımının dayandığı temel bilimlerin esaslarından ve kanıta dayalı tıp uygulamalarından bağımsız olarak kendini ifade eden yaklaşımların bütünüdür. Bu uygulamaların bir kısmı 5 bin yıllık tarihi olan geleneksel kadim bilgilere dayanmakta iken bir kısmı modern çağlarda keşfedilmiş yöntemlerdir. 

Bu tanımların dışında bir de holistik, yani bütünsel ya da bütüncül tıp yaklaşımı var. Bu tanım aslında holistik tıp uygulayıcısı olan hekimin hastasını her yönü, tüm bedeni ve ruhu ile birlikte değerlendirmesi anlamında kullanılmaktadır.

Holistik tıp uygulayıcılarının insanı bir bütün olarak ele alması, organ bazlı çalışan standart tıp yaklaşımına karşı oldukça güçlü bir argüman oluşturmasını sağlamaktadır. Pratikte ise ağırlıklı olarak alternatif ve kadim geleneksel uygulamalara ağırlık vermesi ve standart tıp yaklaşımına karşı aşırı eleştirel tavrı ile kendini belli etmektedir. Biliyorum biraz uzadı ama bu konu ülkemizde çok ciddi bir kafa karışıklığı yaşanan bir konu olduğu için altını çizmek istedim.

Bu yaklaşımların dışında son otuz yılda dünya da gelişmekte olan yeni bir tıp yaklaşımı da artık ülkemizde çok sık konuşulur oldu; Fonksiyonel tıp yaklaşımı. Amerika başkanlarının ve birçok ünlünün de kendini emanet etmesi nedeniyle çok daha fazla tanınır olan Fonksiyonel tıp yaklaşımı, standart tıp yaklaşımının özellikle akut durumlardaki yaklaşımını, bilimsel olarak hastanın faydasına olan uygulamalarını kabul eden ancak kronik inflamatuar hastalıklarda standart tıp yaklaşımın yetersiz kalan bazı yönlerini tamamlayan bir akım olarak kabul görmektedir.

Fonksiyonel tıp yaklaşımı standart tıp uygulamalarının rutin olarak kullanamadığı ileri biyokimyasal, mikrobiyolojik ve genetik testleri kullanarak kişiye özel bir tıp yaklaşımı sunmayı ve bu ileri testler ile kişilerin hastalıklarının altında yatan kök sebepleri o kişi özelinde bularak hastalığı ortadan kaldırmayı hedefler.

Bunu da genellikle kişiye özel olarak belirlenen beslenme planları, hayat tarzı değişiklikleri, vitamin/mineral takviyeleri, gerekli hallerde kullanılabilecek faydası bilimsel olarak ispatlanmış yan etkisi az fitoterapi (bitkisel) ürünleri ve stres yönetimi konusunda kişinin desteklenmesi ile yapar.

Tamamlayıcı tıp uygulamalarını ve standart tıbbın da faydalı uygulamalarını içinde barındıran bu yaklaşım aslında tam da olması gereken gerçek tıp yaklaşımını ifade ediyor. Ben fonksiyonel tıbbı geleceğini kişiye özel, bütünsel tıp yaklaşımı olarak tanımlıyorum. Kanser tedavisinde yukarıdaki tüm yaklaşımların kendisine göre bir tedavi önerisi vardır. Fonksiyonel Tıp Platformu başkanı olarak ben elbette kanser tedavisinde de fonksiyonel tıp yaklaşımı ile hem standart tedavi hem de bu tedaviyi destekleyecek diyet ve tamamlayıcı tedavilerin birlikte uygulanmasının daha faydalı olacağı kanaatindeyim. 

Kanserle savaş sürecinde klinik tedavinin yanı sıra psikolojik destek almanın, spiritüel arayışların önemi nedir? 

Kanser tanısı alan kişilerde ruhsal bir değişim ortaya çıkabilmektedir. Birçok kanser hastasının aklında “Neden ben?” sorusu olmaktadır. Bu sorgulama ile birlikte bazen öfke ve benzeri farklı duygular yaşayabiliyorlar. Bazen de yaşadığını yok saymaya ve yüzleşmemeye karar veriyorlar. Günümüzde, tüm dünyada standart tıp yaklaşımının en iyi şekilde uygulandığı merkezlerde de kanser hastalarının psikolojik olarak desteklenmesinin önemine dikkat çekiliyor.

Dua, meditasyon, sevdikleri ile ya da doğa ile daha fazla vakit geçirme konularında desteklenmeleri ile daha süreci çok daha kolay atlatabiliyorlar. 

Hastalarımızın sadece maddi yapısı ile var olan nesneler değil ruhsal derinliği de olan birer insan olduğunu unutmamalıyız. Bu nedenle onkoloji kliniklerinde hastaların kendisini daha iyi hissedebileceği ortamların sağlanması, hastanın kendisine faydalı olacağına inandığı uygulamaları -ciddi bir kontraendikasyon yoksa- denemesi konusunda rahat ettirilmesi de önemli.

Birçok hasta, onkoloji hekimi ile paylaşmaya çekindiği için suçluluk psikoloji içinde gizli gizli çok farklı uygulamaları deniyor ve hekimi ile bunları tartışma fırsatı bulamadığı için belki de tedavisini olumsuz etkileyecek uygulamalar yaptırıyor. 

Kanser araştırmalarında umut verici gelişmeler söz konusu mu?

Evet, son 10 yıldır kanser tedavisinde bağışıklık sistemi üzerinden etki eden “immunoterapi” tedavisi hızlı bir şekilde önem kazandı. Pek çok kanser bağışıklık hücrelerimizden (T hücreleri) “kontrol noktası” denen molekülleri kullanarak kaçmayı başarmaktadır. İmmunoterapi yöntemlerinin büyük bir kısmında bu kontrol noktaları baskılanarak, T hücrelerimizin tümör hücrelerini tanıması ve yok etmesi için harekete geçmesini sağlar. Oldukça güzel sonuçlar ile kullanımı yaygınlaşmaya devam etmektedir.

Bir başka ilerleme de girişimsel onkoloji dediğimiz alanda gerçekleşiyor. Girişimsel radyologlar artık teknolojinin ilerlemesi ile birçok kanser vakasında ameliyatsız olarak kanser tedavileri uygulayabilmekte ve hastaların sağ kalımına çok ciddi katkı sağlamaktadır. Kanser tedavilerinde çok önemli gelişmelerin arasında yeni bir dal olarak girişimsel onkoloji de yerini almıştır.

Bunların yanında kanserin ortaya çıkması ile ilgili olarak genetik bir talihsizlik sonucu oluştuğunu savunan “somatik mutasyon teorisi”nin yerine kanserin ilk önce mitokondri dediğimiz organellerin hasarına bağlı metabolik bir hastalık süreci ile ortaya çıktığını savunan “Metabolik hastalık teorisi” de tartışılmaya başlandı.

Birçok kanser tipinde mitokondri hasarının olması da bu teoriyi destekliyor. Metabolik teorinin en önemli getirisi; araştırmaların kanserin metabolizması üzerinde daha fazla yoğunlaşmasına ve yan etkisi düşük başka tedavi yöntemlerinin de doğmasına katkı sağlayacak olmasıdır.

Doç. Dr. Mehmet Mahir Atasoy kimdir?

Mehmet Mahir Atasoy İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi (İngilizce Tıp) bölümünü 2001 yılında bitirdi. 2002-2006 yılları arasında Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Radyoloji İhtisasını tamamladı. Türkiye Meme Vakfı’nda 2 yıl kadar Meme Radyoloğu olarak görev yaptı. Halen Türkiye Meme Vakfı’nın yönetim kurulunda sosyal sorumluluk çalışmalarını sürdürmektedir. 2011 yılından itibaren Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Meme Radyolojisi ve Girişimsel Radyoloji bölümlerinde öğretim üyesi olarak çalışan Dr. Mehmet Mahir Atasoy 2016 yılının mart ayında doçentlik ünvanını aldı. Hastalıklardan korunmada ve iyileşmede sağlıklı bir ruh halinin, sağlıklı beslenmenin ve sağlıklı yaşam tarzının çok önemli olduğuna inanan Dr. Atasoy 2017 yılında kurucu üyesi olduğu (KOHEF) Koruyucu Hekimlik ve Fonksiyonel Tıp Derneği’nin de başkanlığını yürütmektedir. Doç. Dr. Mehmet Mahir Atasoy, Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Girişimsel Radyoloji bölümünde ve kendi özel kliniğinde ameliyat olmak istemeyen hastalarına modern yöntemler ile ameliyatsız tedaviler uyguladıktan sonra fonksiyonel tıp bakış açısı ile tavsiyelerde bulunmakta ve bazı destekleri önermektedir.



Burcu Erbaş

1997 yılında Antalya’da doğan Burcu, İstanbul Saint Joseph lisesinde eğitim gördü. 2020 yılında Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde lisans eğitimini tamamladı. Erasmus programı ile bir sene boyunca eğitim aldığı Sciences Po Paris’te çevre politikaları, sürdürülebilirlik ve ekoloji üzerine dersler aldı. Öğrendiklerinden çok etkilenen Burcu yaşam tarzını çevreye duyarlı olacak şekilde...



BLOOM SHOP