En sevdiğiniz insanları düşünün. Bir de en çok üzdüklerinizi. Aynı kişiler mi? En sevdiğimiz insanlar aynı zamanda en fazla üzdüklerimiz değil mi? Yaşamın koşturmacası içinde sevdiklerimizi ister istemez kırıyor, zaman zaman da hüküm altına almaya çalışarak onlara zarar verebiliyoruz.
Sizin sevginiz, sevdiğiniz kişileri şifalandırıyor mu yoksa onları incitiyor mu? Şefkatle mi seviyorsunuz şiddetle mi? Sevginiz onları özgürleştiriyor mu yoksa hapis mi ediyor? Bu sevgi, sizi ve sevdiklerinizi hayata mı bağlıyor, yoksa hayattan soğutuyor mu? Yoruyor mu, can mı katıyor? Eleştirilerle mi dolu, övgülerle mi? Sevginiz, sevdiklerinizin yükselmelerini, kendilerini gerçekleştirmelerini, bir ileri versiyonlarını yaratmalarını sağlıyor mu? Yoksa onları karanlıklara ve bunalıma mı itiyor? Hayatla mı dolu, yoksa ölümle mi? Bunları hiç düşündünüz mü?
Tracy Mc Millan, TED konuşmasında bir sürü kere evlenip boşandıktan sonra en sonunda yüzüğü kendi parmağına taktığından bahsediyor. Yüzüğü kendi parmağına takma benzetmesi çok hoş. Çoğumuz kendimizi feda edercesine sevdiklerimize adanıyoruz.
Oysa içeridekini unuttuğumuzda zarar görüyor, hasta oluyoruz. Çünkü içeride de bizi özleyen, bizden ilgi ve şefkat bekleyen biri var! Kendimizi ihmal etmemek, ona vakit ayırmak ve onunla iletişim halinde olmak, karşımızdaki insanı da daha nitelikli bir şekilde sevmemizi sağlıyor.
Siz kendinizle baş başa kaldığınızda ne yapıyorsunuz?
Modern çağ, tam bir oyalanma çağı. Kendi kendimize geçirdiğimiz vakitlerde kendimizi dinlemeye fazlaca vakit ayırdığımız bir çağda yaşamıyoruz. Kendimizle baş başa kaldığımız zamanlarda genellikle hobilerimize vakit ayırıyor, kitap okuyor, yürüyüş yapıyor, bir şekilde oyalanıyoruz. Oturup iç alemimizi keşfetmek ise daha yeni yeni popüler olmaya başladı. Oysa dikkatimiz orada değilken içimizde pek çok şey olup bitiyor.
İçimizde bir sürü ses var. Bu sesleri yaşamı destekleyen veya köstekleyen sesler olarak ikiye ayırabiliriz. Hiç dikkat ettiniz mi? İçimizde bizimle usul usul ve şefkatle iletişim kuran bir yan var. Yaşamı destekleyen bir yan. Bir de hoyrat, vurdumduymaz, incitici bir yan var.
İnsan yaşamı destekleyen sese kulak verdikçe yükseliyor; köstekleyenlere kulak verdikçe düşüyor. Yaşamı köstekledikçe aslında kendimize ihanet ediyoruz. Kendimize sevgimiz de azalıyor. Çeşitli bağımlılıkları düşünün örneğin; sigara, kumar, alkol, seks, iş ya da sağlıksız yaşam biçimi… Zararlı olduğunu bile bile yapmaya devam ettiğimiz tüm davranışlar. Sağlıklı yaşamaya, spor yapmaya, iyi olmaya karar versek de eski program devreye giriyor ve bizi yaşamı desteklemeyen davranışlara geri itiyor.
Peki neden kendimizi sabote ediyoruz?
Brené Brown şöyle diyor: “Derin bir sevgi ve aidiyet duygusu, tüm insanların indirgenemez ihtiyacı. Bizim kablolarımız, biyolojik, bilişsel, fiziksel ve manevi olarak sevmek, sevilmek ve ait olmak üzere bağlanmış. Bu ihtiyaçlar karşılanmadığı zaman, biz de tam performans sergileyemiyoruz. Kırılıyoruz. Parçalanıyoruz. Uyuşuyoruz. Canımız acıyor. Başkalarını acıtıyoruz. Hastalanıyoruz.”
Doğduğumuzda annemizle aramızdaki göbek bağı kopuyor. Aslında bu çok sembolik. Bu bağ kopuyor ve koskoca dünyada yapayalnız kalıyoruz. Hep tekrar bir bağ kurma arayışı içindeyiz aslında… Sevdiklerimizle, ailemizle, sevgililerimizle bu bağı kurmaya çalışıyoruz ama her şeyden önce kendimizle aramızdaki bağ kopuk.
Aslında, sabah gözümüzü açtığımız andan akşam yatana kadar bağ kurmanın bir yolunu arıyoruz. Kendimizle, doğayla, evrenle, diğer insanlarla, tüm canlılarla… Yaptığımız her şeyi sevgiden yapıyoruz aslında. Bir şeyi çok sevdiğimiz için bir başkasına zarar veriyoruz. Ya da bir şeyi çok sevdiğimiz için diğerini dışlıyoruz. Ama yaşamı desteklesin ama desteklemesin. Bunlar sevginin bozulmuş halleri.
Bu kopuk bağı nasıl tekrar inşa edeceğiz?
Yoga, tam olarak bu bağı kurmak anlamına geliyor. Bu bağ kurulduğunda, sevgi kendiliğinden meydana çıkıyor. İnsanın en derinlerinde yatan arzusu “birleşmek”. Evrenle, tabiatla, bir olmak ve kaynağa bağlanmak.
Erich Fromm bunu şöyle açıklıyor: “Bebekken belli bir yaşa kadar anneyle birlik halinde hissediyoruz. Fakat ayrılık duygusu kuvvetlendikçe annenin varlığı yetmemeye başlıyor. Bu ayrılık duygusu anksiyete, suçluluk ve utanç duygularını da beraberinde getiriyor. Bu birliğe ulaşma isteği, çeşitli uyuşturucularla geçici olarak giderilebildiği gibi, seksüel orgazmla da belli oranda giderilebiliyor. İnsanlık tarihi boyunca aşk ve sevgi arayışımızın, ruhumuzun diğer tarafını bulma özlemimizin kökeninde birleşme, birlik olma, cennete geri dönme arzusu yatıyor.”
Bu bağı kurmanın ilk adımı, önce kendimizle aramızda sağlıklı bir ilişki içine girmenin yollarını aramak. Kristin Neff’in bir araştırmasına göre, bize acı veren duygularımızı şefkatle sardığımız zaman, beden kimyamızı da değiştiriyoruz. Öz eleştiri kan basıncını, adrenalin ve kortizol (stres hormonu) yükseltirken, öz şefkat oksitosin, yani bağlanma hormonunun salgılanmasına sebep oluyor. Bu hormon, güven, sükunet ve cömertlik hissini getiriyor.
Peki kendimizi sevmeyi nasıl öğreneceğiz?
Sevgi bir insanı tanıdıkça doğmaz mı? Kendini tanımak, tıpkı yeni bir insanı tanımak, yeni bir arkadaş edinmek gibi, onunla vakit geçirerek, onu izleyerek ve onun hakkında fikir edinerek olabilir. Öyle değil mi?
Bir sürü insanla vakit geçiriyor, hoşbeş ediyoruz ancak kendimizle vakit geçirmişliğimiz, hoş sohbetler etmişliğimiz, onu izlemişliğimiz pek çoğumuz için yok denecek kadar az. Kendi iç alemini tanıma süreci, yogada “swadyaya” olarak adlandırılıyor. Swadyaya, dikkati dış dünyadan iç dünyaya yöneltmek, iç alemi düzenlemek, kendine ayna tutmak demek.
Günlük yaşamımızda hep sevdiklerimizi eleştirmiyor muyuz? “Öyle yapma, böyle yap, sen zaten hep şöylesin” diye. Swadyaya, bunu sevecenlikle ve kırıcı olmadan, içeride yapmaya başlamaktır. Kendimizi keşfetmek, kabul etmek ve adım adım yaşamı desteklemeyen yanlarımızdan arınmaktır. İçeride ikilem içindeki ve kopmuş kabloları onaralım, bağlayalım ki ışıklar yansın!
Kendinize ve hayata sıkı sıkı bağlandığınız bir hafta olsun!